27 Ekim 2017 Cuma

İNSANLIĞIN YÜCELİŞİ

“De ki: Ey Ehli Kitab; hepiniz, sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş koşmayalım. Ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi Rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse; o vakit şahid olun ki biz, Müslümanız, deyin.” (Ali İmran, 3/64).
“De ki: Ey Ehli Kitab; dininizde haksız yere haddi aşmayın, daha önce hem kendi sapmış hem de birçoğunu saptırmış ve doğru yoldan (sevaes sebilden) ayrılmış bir kavmin heveslerine uymayın.” (Maide, 5/77).
“Ey insanlar; doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Gerçekten Allah katında en değerliniz; O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allah; Alim’dir, Habir’dir.” (Hucurat, 49/13).
İnsanlığın yücelişi; İnsanın ve toplumun yücelişi ile başlayan yolculuğun tüm insanların da katılımıyla evrenselleşme boyutuna taşınmasıdır. Bir bakıma her insanın, her toplumun kendini arıtarak yücelişi yaşaması, eminlik atmosferini yayması ve bunu insanlığa sirayet ettirmesidir. Yücelişin evrenselleşmesi, kainat boyutuna taşınmasıdır. Yücelişin tüm insanları ve toplumları kuşatacak ve kucaklayacak boyuta gelmesi ve hatta tüm canlıları ve kainatı etkilemesidir. Bir açıdan yüceliş yolculuklarının, kamil olma, kemale erme mücadelesinin insanlığı ve evreni kuşatması ve onu harekete geçirmesidir.
İnsanlığın yücelişinde en belirleyici nokta, “erdem” ile yani hiçbir çıkar beklemeden iyi ve faydalı işler yapılarak insanlığın tetiklenmesidir. Böylelikle cemiyeti kamil yolculuğuna dönen insanı kamil yolculuğu daha da gelişerek “beşeriyeti kamil” yolculuğuna dönüşmüş olur. İnsanlığın yücelişi bir açıdan insanlık bayrağının göndere çekilmesi, eminliğin yaygınlaşarak zirve yapması, hak ve adaletin bütün dünyayı kuşatması, hakikatin evrende kol gezmesidir. Temel insan hak ve hürriyetlerinin hiçbir ayırım yapılmaksızın tam ve eksiksiz olarak insanlıkta karşılık bulması, kısaca insanlığın doruklaşmasıdır.
Aslında insanlığın yücelişi, arınarak yücelen insanın ihsan ile toplumun yücelmesine vesile olması, insanların ve toplumların erdem ve dayanışma ile insanlığın yücelmesine destek olmasıdır. Bir bakıma insanların, toplumların ve tüm insanlığın yüceliş yolculuğuna çıkması, bizatihi onu yaşamasıdır. Yücelişin tüm boyutlarıyla hayat bulmasıdır.
İnsanlığın yücelişi, eminlik sürecinin hız kazanması, tüm insanlığı kuşatması, insanlığın yegane umudu olan güven ve itimat alanlarının çoğalması ve yaygınlaşmasıdır. Barış hukukunun evrenselleşmesi ve tüm insanlığı kuşatmasıdır. “Sizin ilahınız bir tek ilahtır. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Rahman’dır, Rahim’dir,” (Bakara, 2/163) ayetinde belirtildiği gibi, O’ndan başka ilah olmayan, Rahman ve Rahim olan Allah’ın izzet ve kudreti altındaki tüm insanların eşit ve ortak kelime olan tevhidin, birliğin, barış ve adaletin kabul edilmesi ve yaşanmasıdır. Yeryüzünün her yerinde insanlık bayrağının dalgalanması, insanlığın kendine gelmesi, kendini kazanmasıdır.
Aslında insanlığın yüceliş; insanı kamil yolculuğunun gelişerek ve yayılarak cemiyeti kamil yolculuğuna dönüşmesi, bunun da olgunlaşarak ve yaygınlaşarak beşeriyeti kamil yolculuğuna evrilmesidir. Tüm insanları, toplumları, insanlığı, dünyayı ve evreni kuşatmasıdır. Böylece insanlığın ve dünyanın gidişatına müdahale edecek, insanca ve hakça bir evrenin kuruluşuna katkı sağlayacak bir atmosferin oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Bu gerçekte insanın ve insan sesinin yeniden neşvü nema bulmasıdır.
İnsanlığın yüceliş; insanlığın kendine gelmesi, kendini kazanması ve bunu bütün kainata sirayet ettirmesidir.

TOPLUMUN YÜCELİŞİ

“Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Ve siz onların yapmış olduklarından sorulmazsınız.” (Bakara, 2/141).
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran, 3/104).
“Şüphesiz ki, bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmez.” (Rad, 13/11).
Toplumun yücelişi; İnsanın yücelişi ile başlayan yolculuğun diğer insanların da katılımıyla sosyalleşme boyutuna taşınmasıdır. Bir bakıma her bir insanın kendini arıtarak yücelişi yaşaması, eminlik atmosferini yayması ve bunu topluma sirayet ettirmesidir. Yücelişin tüm boyutlarıyla toplumsallaşmasıdır.
Toplumu en yakından başlayarak topluluk, toplum, ümmet ve millet olarak da görmek mümkündür. Toplumun yücelişi bir bakıma ahlaki arınma ile yüceliş yolculuğuna çıkan insanın iyilik, doğruluk ve güzellik üzerinden diğer insanları ateşlemesi ve bu dört sosyal grubu harekete geçirmesidir.
Gerçek bir ahlak, insana her çeşit menfaat ve tutkulara karşı direnme, hatta isyan etme gücü verdiği gibi aynı zamanda etrafındaki diğer insanlara karşı bir sorumluluk hissi de vererek onu ihsan ve erdemle buluşturur. İhsan ve erdemle buluşan insan oluşturduğu iyilik, doğruluk ve güzellik atmosferi ile öncelikle en yakından başlayarak tüm sosyal kesimleri etkiler. Bu bir bakıma topluluk ve toplumun ateşlenmesi, oradan da onların bir üst ve kuşatıcısı olan milletin ateşlenmesi anlamına gelir. Böylece topluluk, toplum ve milletin birbiriyle etkileşim içine girmesi, birbirini besleyerek olgunlaştırması insanlık için umut kapılarının aralanmasını getirir. Böylece toplumun sağlıklı ve insani bir düzen içerisinde yaşamasının önü açılır.
Zira bir toplumda derin ahlak gerçekten yaşanılır olursa o toplumun tüm bireylerinde birbirlerine karşı uyarmalar ve yardım etmeler başlar. Bu durum da sürekli olarak devam ederek toplumun olgunlaşmasını ve gelişmesini sağlar. İşte bu hal toplumun yücelmesinin işaretidir. Burada asıl olan bir şey beklemeden ve bir şey istemeden sadece ve sadece derin ahlaktan kaynaklanan tutum ve davranışlar üzerinden bütün bunları yapmaktır. Başka bir ifadeyle bunu insanlığın taşıyıcısı bir varlık olarak, Müslüman olmanın bir gereği olarak yapmaktır.
Özünde fıtrat (yaratılış) dışılıklara karşı isyanı ve ayaklanmayı barındıran derin ahlak, insanı insan yaptığı gibi, insana her türlü zorluğa karşı dayanma, direnme ve ayaklanma gücü verir. İnsanı mücadeleci, umutlu yapar, kutlu yapar. İşte bu tür insanları çoğalması, bu tarz hareketlerin yaygınlaşması iyiliğin, doğruluğun ve güzelliğin toplumsallaşması, bir bakıma toplumun yücelmesidir. O yüzden aslında insan ahlaktır ve ahlak da fıtratın, hakikatin, adaletin ayaklanması ve topluma sirayet etmesidir.
Toplumun yücelişinde en temel nokta, “ihsan” ile yani en güzel işin en güzel davranışla yapılarak toplumun ateşlenip harekete geçirilmesidir. Böylelikle bireysel olarak yaşanan insanı kamil yolculuğu toplumsal olarak yaşanmaya başlar. Bir bakıma “cemiyeti kamil” yolculuğu başlamış olur. Toplumun yücelişi bir açıdan toplumda eminliğin doruğa çıkması, hak ve adaletin ete kemiğe bürünmesi, hakikatin hayat bulmasıdır. Temel insan hak ve hürriyetlerinin tam ve eksiksiz olarak toplumda karşılık bulması, herkesin kendinden, toplumdan ve geleceğinden emin olmasıdır.
Toplum, yücelişi yaşarken bir yandan içeride toplumsallaşmanın doruğuna yolculuk yapar, diğer yandan ise hakikatin bütün boyutlarıyla yaşandığı bir örneklik oluşturur. Böylece iç yapısını tahkim edip dışa yönelen toplum kendi bütünlüğünü de güçlendirmiş olur. Yücelen toplum aynı zamanda diğer toplumlara hal tebliği de yapmış olur. Bu durum insanların ve toplumların birbirlerine olan güven ve itimatlarının zirve yaptığı eminlik sürecinin olgunlaşması, yaygınlaşması ve toplumsallaşmasıdır. İnsanların topluma güvenmesi, ondan emin olması, toplumun da insanlara güvenmesi ve onlardan emin olmasıdır. Barış hukukunun toplumsallaşması, hayat bulmasıdır. Bu hal aynı zamanda tüm dünyada insanlığın karşılaştığı problemler karşısında sığınacak bir umut adasının oluşmasına da zemin hazırlar.
Toplum yücelişi yaşarken bir ölçüde insanların sosyalleşmesine de imkan verir. Böylece toplum ihsan, erdem ve dayanışma ile buluşur ve bunları ete kemiğe büründürür. Adalet ve eşitliğin sağlandığı, hür ve bağımsız şahsiyetlerden oluşan cemiyetin hayat bulduğu “Yüceliş Toplumu”nu ihya, inşa ve imar eder.
Toplumun yücelişi aynı zamanda toplumda çekişmenin, çatışmanın, çarpışmanın değil hayırda yarışmanın başlamasıdır. Böylece “Her biriniz kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz,” (Buhari, İman 7; Müslim, İman 71), “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler,” (Buhari, Edep 27) hadislerinde belirtilen insanlığın doruklaşması tecelli etmiş olur. Bu durum da birbirlerinin iyiliğini isteyen bütünlük ve süreklilik içinde olan bir toplumun oluşmasına, barış hukukunun kökleşip derinleşmesine zemin hazırlanmış olur.
Toplum bir tür hayır ve iyilik seferberliğine çıkar. Diğer insanlar ile yardımlaşma ve dayanışma içine girerek iyiliğin ve ihsanın yeryüzünü kaplamasına zemin hazırlar. Sahipsiz kalan insanlığa tekrar sahip çıkılmasına, insanlık bayrağının yeniden göndere çekilmesine ortam oluşturur.
Toplumun yücelişi; toplumun kendine gelmesi, kendini kazanması ve bunu insanlığa sirayet ettirmesidir.

İNSANIN YÜCELİŞİ


“Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, fenalığı ve taşkınlığı ise yasaklar. Tezekkür edesiniz diye size öğüt verir.” (Nahl, 16/90).
“Gerçekten insan için, çalıştığından başkası yoktur. Ve onun çalışması ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 53/39-41).
“Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona, hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene yemin olsun ki, onu arıtan, gerçekten felaha ermiştir. Ve onu örtüp kirleten ise muhakkak ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/7-10).
Yüceliş Düşüncesi üç boyutuyla yaşanarak hayat bulur. Bunlar; insanın yücelişi, toplumun yücelişi ve insanlığın yücelişi.
İnsanın yücelişi; insanın bizatihi kendinin arınarak insan kalma halini, yaratılıştaki şerefini koruması, onu güçlendirerek tahkim etmesi ve varlığını ebediyete bağlamasıdır. Yani kemale erme, “insanı kamil” olma yolculuğuna çıkmasıdır. Bu noktada insanın kendi iç enerjisiyle ve hiçbir etki altında kalmadan bu yüceliş yolculuğunu sürdürmesi temel esastır. İnsanın yücelişi bir bakıma kendi nefsini ilah edinmemesi, fıtratına ve kendine sahip çıkması, kendini gerçekleştirmesidir. Bir açıdan yüceliş insanın sürekli bir bahar yaşaması, bir şiir gibi bir arınma çabasına girmesi, eksile eksile varlık bulmasıdır. İnsanın arınarak beşeriyet basamaklarından tırmanması, mistik yaşantının sonsuzluğuna ulaşmasıdır.
İnsanın yücelişi noktasında, İslam yani tam teslimiyet insan için büyük bir imkandır. İnsan yapabileceğini takati oranında yapmaya çalışır ve nihayetinde sonucu Allah’a bırakır. Zira akıbeti O takdir edecektir. Bu aslında insana hem büyük bir güç ve güven verir hem de onun mücadele azmini sağlam ve diri tutar. Böylece özgüvenle yücelen insan hiçbir şeyin etkisi ve yönlendirmesi altında kalmadan kendi yüceliş yolculuğunu sürdürecek, sonuçtan bağımsız olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapacaktır. Kaldı ki, “Ey iman edenler! Kendiniz için üzerinize düşene bakın. Siz doğru yolda olduğunuz zaman, artık sapanlar size zarar veremez…” (Maide, 5/105) ayetinde belirtildiği gibi, insan kendi üzerine düşeni yaparsa kimse onu saptıramaz. Ayrıca “Muhakkak ki; Rabbimiz Allah’tır, deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanların üzerine melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin size vaad olunan cennetle sevinin, derler,” (Fussilet, 41/30) ayetinin ifade ettiği gibi, Rabbim Allah’tır deyip yola çıkılırsa görünmez güçlerin, meleklerin de yardımı yakındır.
İnsanın yücelişi, bir bakıma içeride derinleşerek arınması, dışarıya açılarak fazlalıkları atması ve bir ölçüde mübarek yolculuğa çıkması demektir. Kendini tahkim eden, güçlendiren ve arındıran insanın iyilik ve ihsanla dışa yönelmesi hem kendini daha mutlu ve huzurlu hissetmesini sağlayacak hem de diğer insanlara yardım etmekle, ihsan etmekle onları da iyilik ve ihsanla buluşturmuş olacaktır.
İnsan, yücelişi yaşarken bir yandan içe doğru yönelerek nefis tezkiyesi yapar, diğer yandan ise dışa doğru yönelerek başka insanlara, canlılara ve hatta her şeye güzel ve incelikle davranır, kendi arınmasını derinleştirerek devam ettirir, güçlendirir ve pekiştirir. Dışa yönelen insan iç yapısını ve bütünlüğünü daha da güçlendirmekle kalmaz aynı zamanda diğer insanları da bir tür hal tebliği ile teşvik etmiş ve tetiklemiş olur. Böylece diğer insanlara ve toplumlara güven ve itimat verme süreci yani “eminlik süreci” başlamış olur. Bu aynı zamanda Müslümanın eminlik vasfını kazanması ve onu doruğa taşımasıdır. Eminlik vasfının kazanılması da tebliğin, insanlarla hakikati buluşturmanın, gerçek bir toplumsallaşmanın ilk adımıdır. Bu durum da “Muhakkak ki sen; büyük bir ahlak üzerindesin,” (Kalem, 68/4) ayetine mazhar olan Peygamberin eminlik vasfının örnek alınıp güncel olarak yaşanması anlamına gelir.
İnsan, yücelerek “aklı selim” ve “kalbi selim” sahibi olur. Yani tertemiz, olgunlaşmış, arınmış, güzele yönelmiş bir akla ve kalbe sahip olur. İncelik, zarafet ve görgü ile buluşur. İnsan olma ve insan kalma mücadelesinde büyük merhale alır. Böylece insan nefsini kontrol eder ve aklı aklı selime, kalbi de kalbi selime dönüşür. Aslında insan maddi manevi, dünyevi uhrevi, akli kalbi olarak bütünlüğe ulaşır. Bu suretle içsel huzurunu sağlamış ve ruh arınma yolculuğuna çıkmış olur.
İnsanın yücelişi; insanın kendine gelmesi, kendini kazanması ve bunu topluma sirayet ettirmesidir.

18 Ekim 2017 Çarşamba

Saatleri dirilişe ayarlamak

iriliş, öldükten sonra yeniden doğuşu ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Hayatın sadece bu dünyadan ibaret olmadığını, devamının da olduğunu belirtir. Ölüm hayatın bir parçasıdır diyerek ahireti hatırlatır. Hayatın bir bütünlük ve süreklilik içerdiğini gösterir. Ona göre yaşamamızı öğütler.
Diriliş kavramı, tarihi ve toplumsal süreçte her zaman müspet olarak kullanılmış ve onun üzerinden çokça teori ve tezler geliştirilmiştir. Öyle ki, geçmişte ve günümüzde, içeride ve dışarıda bu kavram üzerinden oluşmuş büyük bir külliyat vardır. İmam Gazali’nin İhya kitabı (İhyau Ulumiddin - Din ilimlerinin dirilişi), Tolstoy’un Diriliş romanı, Sezai Karakoç’un Diriliş düşüncesi buna açık örneklerdir.
Bütün bunların içinde Sezai Karakoç’un gündeme getirdiği Diriliş düşüncesi ayrı ve özel bir değere sahiptir. Zira son yüzyılın İslam düşüncesini ele alacak olursak Karakoç’un Diriliş düşüncesini hesaba katmadan pek çok şeyi açıklayamayız. Açıklarsak dahi eksik olur, yarım kalır. O yüzden Diriliş düşüncesine yakından bakmalı ve derinliği keşfedilmelidir.
GAFLETTEN HAKİKATE GEÇİŞ
Diriliş sadece ötelere ait bir kavram değildir. Zira ne bu dünya ne öteler birbirinden farklıdır. Bu noktada ölüm ve diriliş hayatın bir parçasıdır. Bu çerçevede düşünüldüğünde diriliş insanın içinde bulunduğu halden sıyrılıp mevcut şartlarda yeniden canlanması ve harekete geçmesidir. Diriliş; insanın uykudan uyanması, kendine gelmesi adeta kendini kazanmasıdır. İnsanoğlunun kendisine uzunmuş gibi gelen hayatın sonunda bir bitiş gibi görünen ölümle aslında yeni ve sonsuz bir başlangıca adım atmasına benzer şekilde, Müslümanın da bu dünyadaki gaflet uykusundan uyanıp hakikate dirilmesidir.
Dirilişi tam olarak anlamak için zaman kavramını da ele almakta fayda var. Zaman, insan hayatında çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü zaman olmadan insan hayatını anlamlandırmak yarım kalır, eksik olur. Daha açık bir ifadeyle, hayat tasavvurları ve insanın bütün yapıp etmeleri zamanın içinde devam eder. İnsan, zaman idrakine varmadan hayat idrakine ulaşamaz. Var olmanın ve hareket etmenin en büyük alametlerinden biri zamandır. Aslında hayat zamanın bir çocuğudur desek yeridir.
Peki, zaman insan hayatında bu kadar önemliyse onun mahiyeti nedir ve insandaki karşılığı neye tekabül eder?
EN BÜYÜK SERMAYE ZAMAN
Zaman, bu dünyada insanın sahip olduğu şeylerin en önemlisi, en değerlisidir. Zaman, insanın kendini geliştirmesi ve insanlığını artırması için en büyük sermayedir. Diğer yandan da, zaman geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe uzanan süreyi gösteren bir ölçüdür. O yüzden zamanı çok iyi ve yerinde değerlendirmek gerekir. Zamanı değerlendirmenin, ondan yararlanmanın en güzel boyutu ise sonsuzluğu, ahireti gözetmek ve ona göre yaşamaktır.
Zamanın en küçük dilimi andır, ancak bunun ölçümü henüz tam olarak yapılamamıştır. Zamanı ölçmek için gerekli olan en güzel birimlerinden biri de saattir. Tabii ki, saat kavramını bir ölçme disiplini olarak da, ölçü birimlerinden biri (an, salise, saniye, dakika, saat, gün, ay, mevsim, yıl vb.) olarak da almak mümkündür. Açıktır ki, insanlar ve toplumlar vaktin ölçüsü olarak hep bir saate göre kendilerini ayarlarlar ve kendi konumlarını belirlerler. Bu durum insanların ve toplumların hayatında saat kavramının ne kadar büyük ve hayati öneme sahip olduğunun açık bir işaretidir. Sonuçta herkes kendini bir saate göre ayarlar ve hayatını bunun üzerinden yaşar ve tanzim eder.
Hatırlamak gerekir ki, Kitap kıyameti “saat” kelimesi ile anlatır. Ayrıca Allah insanları uyarırken ve yol gösterirken asra yani zamana yemin ederek onun öneminin ve değerinin altını çizer.
Birçok düşünür ve fikir adamı da zamanın önem ve değerine vurgu yapmıştır. Nitekim Sezai Karakoç, “Müslüman, vücudunda bir kıyamet taşıyan, ötenin sarsıntısını duymamış kişilere bir kıyamet aşılayan ve onları en şiddetli bir kıyametle sarsan bir kıyamet adamıdır.” diyerek hesabı da, kitabı da, zamanı da, saati de yerli yerine oturtmuştur. Öyle ki, kıyamet üzerinden yeniden doğuşu hatırlatmış ve onun zaman ve saatle bağını kurmuştur. Bir bakıma hayatımızı, dolayısıyla zaman ve saatimizi yeniden ayarlamamız gerektiğini ifade etmiştir.
Bu incelikli ve derin mesaj aslında bize “saat ayarlama” konusunda önemli bir ipucu vermektedir. Nitekim bir dergide bir şairin ifade ettiği gibi, Sezai Karakoç cumhuriyet döneminin en önemli şairlerinden biridir, saatlerimizi ona göre ayarlamamız gerekir (Haydar Ergülen, Dil ve edebiyat dergisi, yıl 2017, sayı 102). Ancak bunu sadece Sezai Karakoç’un şair boyutuyla söylemek eksik olur. Zira Karakoç, millet açısından cumhuriyet döneminin en önemli şairi, yaşayan en büyük düşünce adamıdır. Karakoç’un saate ayar merkezi olacak boyutu her şeyin ötesinde ve derininde Diriliş düşüncesi dediğimiz fikriyat boyutudur. Diğer bir deyişle, Karakoç’ta asıl olan Diriliş düşüncesi ve Diriliş davasının neşet ettiği düşünür boyutudur. Şairlik üstadın ilave bir özelliğidir.
DÜŞÜNCE DALGALARININ EN ETKİLİSİ
İslami hareket, buna geniş anlamda Diriliş hareketi de diyebiliriz, yüzyılın en önemli toplumsal hareketlerinden biridir. Çok büyük tartışma ve gelişmelerle bugünlere kadar gelen İslami hareket büyük bir birikim ve külliyat oluşturmuştur. Onun son dönemlerdeki zirvesi, bir nevi özü ve merkezi olan Karakoç’un Diriliş düşüncesi işte tam da bu noktada tarihi ve sosyolojik olarak birçok şeyi açıklamamıza ve pek çok meseleyi kavramamıza yardımcı olacaktır.
Diriliş düşüncesi, tarihe hükmeden ve İslam aleminin önemli devletlerinden biri olan Osmanlı’nın bakiyesi Türkiye’de gelişen düşünce akımlarının en önemlilerinden biridir. En evrenseli, en gelişmişi ve en kuşatıcısıdır. Kısaca ifade etmek gerekirse Diriliş, cumhuriyet döneminde bugüne kadar oluşan üç düşünce dalgasının (Mehmet Akif’in başını çektiği “kurtuluş”, Necip Fazıl’ın başını çektiği “varoluş” ve Sezai Karakoç’un başını çektiği “diriliş” kavgası) en sonuncusu ve en etkilisidir. Düşünce dalgalarının her biri bir öncekinden beslenmiş, üzerine yeni şeyler katmış ve bir sonrakini de etkilemiştir. Tabii ki, bunların sonuncusu olan Diriliş düşüncesi hem öncekileri kuşatıp özümsemesi hem de kendinden sonra geleceklere zemin oluşturması açısından özel bir yere sahiptir.
Diriliş düşüncesi geçmişten beslenmiş, onu kavrayıp disipline etmiş, sistematik hale getirmiş ve medeniyet boyutuna taşımıştır. Aslında bu düşünce, geçmişin hulasası ve geleneğin özü olarak bütün İslami hareketlerin mihenk taşı olmuştur. Bu düşünce bundan sonrakiler için de büyük bir imkan ve kaynak olarak insanlığın önünde durmaktadır. Bir bakıma Diriliş düşüncesi geçmiş, bugün ve yarının miladı konumuna gelmiştir. Ancak biz bunun henüz tam olarak farkına varmış değiliz. Nasıl ki, ilk giren kurşun, sıcaklığından dolayı ilk anda hissedilemiyorsa, Diriliş düşüncesinin etkinliği ve büyüklüğü de aynı çağda yaşandığı, bizatihi canlı olarak birlikte olunduğu için tam olarak anlaşılamıyor. Doğruyu ifade etmek gerekirse, Diriliş düşüncesi bugüne kadar olan fikir akımlarının zirvesi ve bundan sonra doğacakların da kaynağıdır. Bu tarihi ve sosyolojik bir vakıadır. Artık onu anlamadan ve kavramadan ne geçmişi ne de bugünü kavrayabiliriz. Ayrıca ona yaslanmadan da yarını öngöremez, inşa ve imar edemeyiz.
İKTİDAR VE SERMAYE İLE İLİŞKİ BİÇİMİ
Diriliş düşüncesinin tarihi ve sosyolojik olarak önemini daha iyi anlamak için onun temel önermelerinden biri olan “İslam birliği” tezine bakmakta yarar var. Sezai Karakoç’un en çok vurguladığı, stratejik bir politika olarak sürekli gündeme taşıdığı ve bir çözüm olarak öne sürdüğü, “İslam ülkeleri kesinlikle birleşmeli, büyük ve güçlü bir devlet olmalıdır. Başka çare yok. Artık küçük devletler olarak yaşamanın imkanı kalmamıştır. Bunun aksi tüm ülkeler için parçalanma, bölünme, esaret ve köleliktir.” tezinin dışında ne söylenebilir ki? Bundan önce söylenenlerin hulasası nasıl bu ise, bundan sonra söyleneceklerin özü de bu olacaktır. Tabii ki, bu birliğin nasıl, kimler tarafından ve hangi koşullarda sağlanacağına ilişkin tartışmalar ve bu çerçevede ortaya çıkacak fikirler konunun hayat bağını ve hareket boyutunu gösterecektir.
Burada Diriliş düşüncesinin kurucusu ve piri olan Sezai Karakoç’un bir tutumunu da değerlendirmekte fayda var. O da, Karakoç’un İslam düşüncesinin son yüzyıllardaki en büyük akımı olan Diriliş düşüncesinin üstadı olarak iktidar ve sermayeyle olan ilişkileridir. Bu noktada zaman zaman yanlış anlaşılsa da, derinliğine inildiğinde gelecek asırları dahi etkileyecek bir bilgelik ile karşı karşıya olduğumuzu görmeliyiz. Hiç bir şey istemeden ve hiç bir yardım beklemeden hakikat yolculuğuna çıkan bu bilgelik, bir ülkenin en önemli koltuğu olan cumhurbaşkanlığının davetini dahi kabul etmeyecek boyuttaki bir bilgeliktir. Her zaman, her yerde ve her çağda, neyin değerli neyin önemli olduğunu bu denli açıklıkla ortaya koymak ve yaşamak ancak bu tür bilgelere has bir davranıştır. İslam’dan kaynaklanan o büyük özgüven ve Müslüman vakarı tarihte zor görülen ve bundan sonra da görülme ihtimali zayıf olan o asil ve onurlu duruş bir ölçü olarak karşımızda durmaktadır.
Bütün bunlar Diriliş düşüncesinin adeta bir milat, bir saat konumuna geldiğini açıkça göstermektedir. Artık bundan sonra bir toplumsal hareket noktasında söz söyleyecek, iş yapacak herkes Diriliş üzerinden değerlendirilmekten kaçamayacaktır.
AYAĞA KALKMA MESELESİ
Diriliş düşüncesi temelde ötelere ait olan yeniden doğuşun bu dünyada da olabileceğine inançtır. Bu anlamda Diriliş, insanın mevcut imkanları kullanarak uykudan uyanması ve tekrar ayağa kalkmasıdır. Bu çok önemli ve hayati bir konudur. İnsanlığın ve dünyanın gidişatı, Müslümanların hali göz önüne alındığında neden bugün daha çok “Diriliş”e ihtiyaç olduğu açıkça görülür.
İnsan öldükten sonra dirilir. En güçsüz zaman şu an, o sebeple Diriliş zamanı şimdidir. İşte bütün bu gerçekler ışığında düşünüldüğünde bir Müslümanın saati de Diriliş saatidir. Saatleri Dirilişe ayarlamak vakti gelmiştir.
O yüzden istesek de istemesek de Dirilişi hesaba katmak hatta ona göre konum almak ve tarihteki yerimizi belirlemek durumundayız.
Evet, Diriliş milattır, Diriliş saattir.
Evet, Dirilişe göre saatleri ayarlamanın zamanı gelmiştir.
Evet, Dirilişin, yeniden Dirilişin vaktidir.
Temel Hazıroğlu
Yeni Şafak, 09 Ekim 2017

11 Eylül 2017 Pazartesi

Toplumsal hayatın içinde insan


Önceki yazılarımızda modern dünyada insana bakış ile yola çıkmış ve İslam’a göre insanı ele almıştık. Bu yazımızda ise toplumsal hayatın içinde insanı değerlendireceğiz.
İslam dinine göre insan, “ahsen-i takvim”[1] olan, yani en güzel bir şekilde Allah tarafından yaratılmış olan bir varlıktır. Yeryüzünün halifesi[2] konumunda olan insan, mevcudatın kendisinin hizmetinde[3] olduğu bir varlıktır. Nahl Suresinin 12. ayetinde belirtildiği gibi, insanın hizmetine sunulan bu nimetlerin hepsi Allah’a şükretmesi içindir. Zaten başka bir ayeti kerimede Allah, insanları sadece kendisine ibadet etmeleri için yarattığını[4] belirtmektedir. Bu durumda insanın önünde iki seçenek yer almaktadır. Ya yaratılışının gayesini, fıtratının icap ettirdiğini yerine getirerek “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) halini koruyacak ya da bunların zıddını yaparak “esfel-i safilin” (sefillerin en sefili) olacaktır. Bu çerçevede düşünüldüğünde İslam dininde insan algısı için ilk olarak ifade edilebilecek husus, bütün insanların, Yunus Emre’nin ifadesiyle, “Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü.” iltifatına mazhar oldukları ve yaratılışları gereği en güzel ahlaka sahip oldukları gerçeğidir.
İlk insan Hz. Âdem’in dünyaya gelişi ve hayat amacı, Kur’an-ı Kerim’de bir mesel aracılığıyla anlatılmıştır. Allah, Bakara Suresinde bu meseli şu şekilde anlatmaktadır:
“Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik. Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyip aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tabi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.”[5]
Kur’an-ı Kerim’deki anlatıda, insanın dünyadaki hikâyesi Hz. Âdem’in bir hatası nedeniyle dünyaya gelişi ile başlamaktadır. Onun dünyadaki hayatının amacı da geldiği yere yani cennetine yeniden dönmektir. Bu şekilde İslam, teolojik olarak “Yarına yöneliş ilahi bir yasadır.” gerçeğini fıtratında taşıyan insana bir gelecek tasavvuru sunmaktadır.
Cennetin yeniden kazanılması psikolojisi dünyadaki yaşamı bir imtihan alanı kılmaktadır. İslam’a göre kişinin ilk amacı, Yaratanına olan kulluk vecibelerini yerine getirmektir. Dünya hayatı boyunca yaptığı iyilikler ve ameller vesilesiyle sevap kazanmakta olan insan, yaptığı hatalar ve kötülükler ile de günah kazanmaktadır. Kıyamet gününde kurulacak mizanda sevapları ağır gelecek kullar cenneti kazanacaklardır.[6] Sevap ve günahların tartılacağı terazi ile alakalı olarak Allah Kur’an-ı Kerim’de rahmetinin bol olacağını ifade ederek günahların bağışlanabileceği vurgusunu yapmaktadır. Bununla birlikte, Hz. Peygamber’in bir hadisi şöyledir:
“Kim bir kul hakkı yemişse derhal o kardeşi ile helalleşsin. Çünkü “kıyamet günü” dirhem de geçmez dinar da. Böyle olunca o “hak yiyen” kişinin sevapları alınır o adama yüklenir. Eğer sevapları yoksa o hakkını yediği adamın günahları buna yüklenir.”[7]
Hz. Peygamber bu ifadesiyle, kul hakkının sadece hak sahibi tarafından affedilebileceğini belirtmiştir. Bu ve benzer birçok hadiste bu konuya değinilmiş, insanların kul hakkına çok dikkat etmesi gerektiği ifade edilmiştir. Kul hakkının önemli olmasının en temel sebeplerinden biri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslam dininin insanlar arasında bir hiyerarşik yapıyı ön görmemesi, bütün insanları bir, eşit ve kardeş görmesidir. Bunun yanında, dünya insan için yaratılmıştır, kâinat tümüyle bütün insanlığın hizmetindedir düşüncesi, herkesin bütün mevcudattan istifade ederken diğer insanları da düşünmesini ve onların haklarına riayet etmesini zorunlu kılmaktadır.
Bütün bu değerlendirmelerden sonra şunu açıkça ifade etmek gerekir. İnsan seçiminde özgürdür ve bu özgürlüğünü anlamlı kılan da sorumluluk bilincidir. Gerçekte Yaratıcı insanı özgür kılmış ancak o ölçüde de yükümlü ve sorumlu görmüştür. Yükümlülük sorumluluğu, sorumluluk da yaptırımı zorunlu kılmaktadır. O halde insanın bu özgür ve sorumlu hali unutulmamalı hemen ardından da değerinin ve gücünün buradan geldiği hatırlanmalıdır.
Özgür irade ve sorumluluk sahibi insanın bu hayattaki amacı gerçek yurt olan ahiret yurdunu kazanmaktır. Bu hedefi gerçekleştirirken yapması gereken ilk iş kulluk vazifelerini hakkıyla yerine getirmek, dünya ve üzerindeki nimetlerden makul ve meşru ölçülerde istifade etmektir. Bunun yanında diğer insanların da haklarını gözetmek, onlarla ilişkilerinde kul hakkına girmemeye özen göstermek ve adalet timsali şahitler olmaktır. Çünkü bu dünyada ve üzerindekilerde herkesin ama herkesin hakkı vardır. Ve her bir insan diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne, rengine vb. bakılmaksızın, insan bizatihi insan olduğu için, bu hakkını bütün boyutlarıyla kullanmalıdır.
Bu hakkın tam olarak kullanılması durumunda, insan da toplum da kendi bütünlüğünü sağlayacak ve kendini bulacaktır. İnsanın insanlaşma ve insan kalma, toplumun ise toplumsallaşma ve toplum kalma yolculuğu ve adaletin tecellisi ancak böyle sağlanabilir.



[1] Tin, 95/4.
[2] En’am, 6/165.
[3] Nahl, 16/12–14.
[4] Zariyat, 51/56.
[5] Bakara, 2/35–38.
[6] Araf, 7/8.
[7] Buhari, Rikak, 48.

3 Mart 2017 Cuma

İslam perspektifinde insan


Bir önceki yazımızda modern dünyanın insana bakışını, iş dünyasındaki insanın konumunu ve İnsan Değerleri kavramını ele almıştık. Bu yazımızda ise İslam’a göre insanı ele alırken İslam’ın temel kaynakları olan Kitap ve Sünnetteki konumunu inceleyip değerlendireceğiz. 

Kur’an-ı Kerim’de İnsan
“İnsan” kelimesi Arapça “ins” kelimesinden türetilmiştir. Beşer, insan topluluğu anlamına gelir ve daha ziyade insan türünü ifade eder. İnsan kelimesinin etimolojik kökenine bakıldığında karşımıza üç farklı kök çıkmaktadır. Bunlardan ilki ünsiyet kurma, cana yakın olma anlamındaki “ens” köküdür. İkincisi ise, unutma anlamındaki “nsy” köküdür. Ayrıca üçüncü olarak da, sevk etmek, kımıldamak, hareket etmek, kımıldamak anlamındaki “nvs” kökü söylenebilir. Üç farklı kökene bakıldığında görülecektir ki, üç kelime de insanın özelliklerini yansıtmaktadır. İnsan hem diğer insanlarla bir arada yaşayan sosyal bir varlık hem unutkan hem de hareket eden bir varlıktır.
Bu çerçevede kelimenin Kur’an-ı Kerim’deki kullanımına bakıldığında, bu kullanımın insanın etimolojik anlamını muhteva edecek şekilde olduğu, bununla beraber çok daha övgü dolu bir tanımlamaya mazhar olduğu görülmektedir. Araf Suresinin 189. ayeti eşlerin yaratılış hikmetlerinden birinin de ünsiyet kurmak olduğu ifade edilmiştir. İnsanın unutkan olduğu ile alakalı ayetler de Kur’an-ı Kerim’de çokça mevcuttur. (Casiye, 45/34; Mücadele, 58/19)
İnsanın bu gibi eylemlerini, fıtrat özelliklerini anlatan ayetlerin yanında Kur’an-ı Kerim’de insanı öven, vazifelerini ve sorumluluklarını bildiren de birçok ayet bulunmaktadır. Bu ayetler içinde Fatır Suresi 39. ayet insanın yeryüzündeki görevini anlatmaktadır: “O’dur; sizi, yeryüzünde halifeler kılmış olan. Kim küfrederse; küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlerin küfrü Rableri katında ancak gazabı artırır. Kâfirlerin küfrü onlara hüsrandan başka bir şeyi artırmaz.” Burada hilafeti esas itibariyle yeryüzünü imar ve ıslah görevi olarak görmek ve insanın bu görevin gerektirdiği güçlerle donatılmış olduğunu düşünmek yerinde bir tutum olacaktır. Bu çerçevede söz konusu ayet, en temelde insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu ifade ederek insanı yaratılan diğer tüm varlıklardan üstün kılmıştır (İsra, 17/70). Bu üstün kılma o derecedir ki, Allah, meleklerden insana secde etmesini, tabii ki saygı gösterme anlamında, talep etmiştir (Araf, 7/11). Bu çerçevede insanın yaratılmışlar arasında en üstün konumda olduğu ifade edilebilir.
İnsanın yaratılışına ait bir ayette ise, Allah, “Sonra onu düzeltip tamamlamış ve ruhundan ona üflemiştir. Size de kulaklar, gözler ve kalpler vermiştir. Ne de az şükrediyorsunuz” (Secde, 32/9) buyurarak insanların kutsiyetini ve özel yaratılışını vurgulamıştır. İnsanın bu özel yaratılışı da Tin Suresinde, “Doğrusu Biz; insanı ahsen-i takvim olarak yarattık.” (Tin, 95/4) ifadesi ile betimlenmiştir. Kanaatimizce insanın yaratılışının en iyi ve en güzel bir biçimde olması insanın değerinin ve öneminin en net göstergesidir. İnsanın ahsen-i takvim (en güzel şekilde) olarak yaratılması buna açık bir işarettir.
Allah tarafından insana verilen yüksek değerin yanında, kulluk bilincinden uzaklaşan insanlar için yapılan zayıf, zalim, hırslı, zararda olan vb. nitelemeler de vardır. Bu bağlamda insanın “eşref-i mahlûkat” olma ile “esfel-i safilin” olma arasında bir çizgide hareket ettiğini ifade edebiliriz. İnsan kulluk bilincini unutmazsa, Allah’a hakkıyla kul olursa en güzel bir şekilde yaratılmış ve ahlaklanmış benliğini “eşref-i mahlûkat” kılar. Fakat kulluk bilincini unutur ve Allah’a inanmaz, şükretmez ise en güzel şekilde yaratılmış benliğini “esfel-i safilin” kılar.
Allah’ın kuru çamurdan yaratıp kendi ruhundan üflediği insan, bir yandan emaneti yüklenecek kadar cesur, varlıkların en şereflisi, meleklerin secde ettiği, yeryüzünün halifesi, en güzel şekilde yaratılmış (ahsen-i takvim) bir varlık; diğer yandan ise zayıf, zalim, kan dökücü, bozguncu, sabırsız, tamahkar, doyumsuz, nankör, cimri, hırsına ve tartışmaya düşkün, aşağıların en aşağısı (esfel-i safilin) bir varlıktır. Evet, insan, bu özellikleri aynı anda barındıran ve büyük imtihan sahibi bir varlıktır.
“Nefse ve onu düzenleyene, Sonra da ona, hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene, Onu arıtan, gerçekten felaha ermiştir, Ve onu örtüp kirleten ise muhakkak ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/7-10)
Bu çerçevede düşünüldüğünde, Allah’ın, Kur’an-ı Kerim’deki insan tanımlaması özetlenecek olursa; insan, en güzel bir şekilde yaratılmış, kendini sorumlu kılmaya yetecek düzeyde bir özgürlükle donatılmış, Allah’ın ruhundan üflediği ve tüm yaratılmışlara üstün kıldığı bir varlıktır. İnsan, bu konumunu Yaratıcısına bağlı kalarak onun istediği şekilde hayatını idame ettirerek sürdürmeli, kendi bütünlüğüne bağlı kalarak değerini artırmalı ve “eşref-i mahlûkat” olarak yaşamalıdır. İnsan, Allah katında değerlidir ve bütün semavi kitaplarda olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’de de en önemli muhatap odur.
Hadislerde İnsan
Hadis, Hz. Peygamber’in sözlerini, fiillerini ve tasviplerinin tümünü tanımlamak için kullanılan ifadedir. Bu çerçevede hadis ravileri aracılığıyla İslam’ın ilk asırlarından bu yana günümüze kadar çokça hadis nakledilmiştir. Bu hadislerin büyük bir çoğunluğu, bir insan olarak Hz. Peygamber’in, Kur’an ahlakı ile nasıl ahlaklandığı hakkında bizlere bilgiler ve örnekler sunmaktadır. Allah’ın Kalem Suresinde, “Muhakkak ki sen; büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem, 68/4) ifadesiyle Hz. Peygamber’in ahlakının büyüklüğünü belirtmiştir. Bu ahlak büyüklüğünü de Ahzab Suresinde, “Andolsun ki; sizin için Resulullah’da güzel bir örnek vardır. Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için.” (Ahzab, 33/21) diğer insanlara örnek olarak sunmuştur.
Bu çerçevede Hz. Peygamber de, insana ve insanın yitirdiği cenneti arayışına dair, bu arayışın bir yolcusu olarak çokça söz söylemiş, fiilde bulunmuştur. Hz. Peygamber, insanların yaratılışına dair, “Her doğan, fıtrat üzerine doğar.” (Buhari, Tefsir (Rum), 2) diyerek insanın fıtratının ahlaka, yani yaratılışa yatkınlığını vurgulamıştır.
İnsan, doğduğu andan itibaren Allah’a iman hususuna fıtraten bir yakınlık duymaktadır. Hilkatte eş ve eşit olmak bir yakınlık duyma konusunda da kendini gösterir. İnsanların doğduğu andaki bu eşitliği bozacak, doğallığı yitirecek, kullar arasına nifak sokacak hiçbir şey de söz konusu değildir. Hz. Peygamber, bu durumu Veda Hutbesinde şu şekilde açıklamaktadır:
“Soylarla övünülmez. Araplar, Arap olduklarından Acemlerden; Acemler de, Acem olduklarından Araplardan üstün sayılamazlar. Çünkü Allah katında en yüce olanınız, ona karşı gelmekten en fazla kaçınanınızdır (en takvalınızdır). Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah Teâlâ katında en üstününüz, Allah Teâlâ’dan en çok korkanınızdır.” (Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411)
Etnisite bağlamında hiçbir insanın hiçbir insana benzemediği ve farklı, kendine has nitelikler barındırdığı gerçeğinin Hz. Peygamber’in Veda Hutbesinde dile getirilmesi İslam’ın insanları ele alışını ortaya koymakta ve bu konuda önemli ipuçları sunmaktadır. İnsanlar arasında üstünlüğün olmadığı ve ilişkilerde kibrin yer almaması gerektiği yine hadisi şeriflerde yer almaktadır. Örneğin:
“Sizin şu soyunuz–sopunuz kimseye üstünlük ve kibir taslamaya vesile olacak şey değildir. (Ey insanlar!) Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Hepiniz bir ölçek içindeki birbirine eşit buğday taneleri gibisiniz. Hâlbuki hiç kimsenin kimseye, din ve takva müstesna, üstünlüğü yoktur. Kişiye kötü olması için; başkalarını yermesi, küçük görmesi, cimri, kötü huylu, had ve hududu aşmış olması yeter.” (Müsned–i Ahmed b. Hanbel, 4/158; İbni Kesir, 4/218)
Yukarıdaki hadis, bu minvaldeki önemli hadislerden biridir. İnsanları tanımlarken “Ölçek içindeki birbirine eşit buğday taneleri gibisiniz.” İfadesinin kullanılması ve kibrin, küçük görmenin, cimriliğin, kötü huyluluğun yerilmesi İslam’ın insan anlayışını, eş ve eşitlik anlayışını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bir başka dikkat çekici husus, eşitlik ile alakalı hadislerin ikisinde de insanların bir ve beraber olarak telakki edilmesidir. İlk hadiste “Rabbiniz tektir.” İfadesi, ikinci hadiste ise “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız.” İfadesi, eşitlik ile beraber en önemli ilkelerden birinin de birlik olduğunu göstermektedir. Zaten İslam’ın en önemli ilkesi “tevhit” ve onun sosyolojik karşılığı “vahdet” yani birlik ilkesidir. İnsanlar arasındaki her türlü hiyerarşi, toplumsal sistemle alakalı her türlü konu “tevhit” ilkesinin açılımı “vahdet” ve “eşitlik” ilkesi ile beraber ele alınmalıdır. Toplumsal sistemler üzerine düşünülürken söz konusu bu iki ilkenin önemli referans noktası olması gerektiği düşüncesi asla akıldan ırak tutulmamalıdır.
Modern dünyanın insanı bir kaynak, meta, nesne olarak tanımlanmasına karşın Kur’an, insanı ahseni takvim üzere yaratılmış, Allah’ın ruhundan üflediği ve tüm yaratılmışlara üstün kıldığı bir varlık olarak tanımlamıştır. Hadisler ise tüm insanları eşit zeminde, “tevhit/birlik” bağlamında ele almıştır. Bu durum da göstermektedir ki modern dünyanın insana bakışı İslam’ın tanımladığı insan karakterinden çok uzaktır. İnsanı basitleştiren ve nesneleştiren bu tavra karşı İslam, insanı varlık olarak yüce kılmıştır. Bu yüzden biz insanı hayatın tüm toplumsalında modernitenin zincirinden kurtarıp İslam’ın nuruyla ele almak zorundayız.

Yeni Şafak, 03.03.2017.


12 Ocak 2017 Perşembe

YÜCELİŞ FELSEFESİ


“Onlar ayaktayken, otururken ve yanlarına yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler. Ve “Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru, derler.”” (Ali İmran, 3/191).
“Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, fenalığı ve taşkınlığı ise yasaklar. Tezekkür edesiniz diye size öğüt verir.” (Nahl, 16/90).
“Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona, hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene yemin olsun ki, onu arıtan, gerçekten felaha ermiştir. Ve onu örtüp kirleten ise muhakkak ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/7-10).
Yüceliş düşüncesinin temelini “Yüceliş Felsefesi” oluşturur, o da yüceliş hareketinin esasını belirler. Yüceliş felsefesi bütünleşmiş olarak birçok felsefeyi kuşatır.
Felsefe her şeyden önce ne, niçin, nasıl, ne zaman, nereye gidiyoruz vb. sorular üzerinden yeryüzündeki, yeraltındaki ve tüm kainattaki olayları, olguları anlamaya, idrak etmeye çalışan bir disiplindir. Felsefe bağımsız bir sorgulama olup her hükme şüphe ile başlar. İnsan fikrinin sorgu sualsiz kabul ettiği varsayımların saklandığı en ücra köşelere kadar izlerini sürer.
Felsefe, aklın alemi bir bütün halinde anlama, kavrama ve sindirme çabasıdır. Diğer bir deyişle hikmet sevgisidir. Temel amacı; varlık, bilgi ve değerler üzerinden insana, hayata ve kainata anlam kazandırmak, hakikatin bilgisine ulaşmaya çalışmaktır. Hikmete yani hakikatin bilgisine ulaşmak için hikmet vadisinde dolaşmaktır. Bir bakıma anlam dünyasını keşfetmek ve bunu hayat ile buluşturmaktır.
Felsefe, her konuyu kökünden ele alarak irdelemeye, kavramaya ve idrak etmeye gayret etmektir. Her şeyi tüm boyutlarıyla aydınlığa kavuşturmak, eşyanın hakikatini bulmak ve künhüne varmak isteyen derinlemesine düşünme çabasıdır. Felsefe herhangi bir konuda, şeyde şu ve benzeri soruları sorma ve bunlara cevap arama gayretidir: Şey nedir? Doğası nedir? Niçin vardır? Şeye sahip olunabilir mi? Şeyin kaynağı nedir? Sınırları nelerdir? Şeyi nasıl bilebiliriz? Kısaca felsefe, kendimiz de dahil her şeyin, her olayın ve her olgunun arka planını keşfetme, özünü ve mahiyetini arama ve hakikatini bulma cehdidir. Aslında hikmetin kendisidir. İnsanın kendini bulma, kendini gerçekleştirme ve kendini kazanma sanatıdır.
Geniş anlamıyla ele alacak olursak felsefenin İslam düşüncesindeki Kelam ilmi ile bir ilişkisinin hatta paralelliğinin olduğunu görürüz. “Onlar ayaktayken, otururken ve yanlarına yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler. Ve “Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru, derler,”” (Ali İmran, 3/191) mesajı kelam ilminin, derin felsefenin başlama ve hareket ettirme noktasıdır.
Şu açıktır ki, Kelam ilminin amaçları felsefeninkilerden daha yüksektir. Felsefe sadece akıl yoluyla nesneleri ve gerçekliği inceler, bir bakıma Mutlak Hakikati biraz uzaktan izler ve bir teori oluşturmaya çalışır. Kelam ise Mutlak Hakikat ile daha yakın bir temas kurmaya çalışıp canlı ve samimi bir ilişki geliştirmeye çalışır.
Felsefe daha çok akılcı yöntemlerle yola çıkıp hayatın anlamını yakalamaya çalışır. Oysa Kelam ilmi akılcı yöntemlerden uzak durur. Akılla yola çıkmakla beraber “vahiy-akıl” dengesini vahyin önceliğinde görür ve onun ışığında değerlendirmelerde bulunur. Kelam ilmine göre “akıl, akılcılığın ötesinde ve üstünde vahyi anlayıp kavramak ve kavrayamadığı noktada ise sınırlarını idrak ederek asli yerine çekilmekle mükelleftir.” Ki, bu aklı selimdir, temiz ve doğru akıldır. Sonuçta Kelam, vahyi makul yani akli temelde ele alır ve varlık, bilgi ve değerleri bu çerçevede inceler ve hikmetin peşine düşer. Burada temel amaç hakikate yaşama idraki ile yaklaşmadır. Diğer bir deyişle, hakikate yaklaşma, hakikatin bilgisine ulaşma, ulaşılan bu bilgiye göre yaşama ve hareket etmedir.
Kısaca Felsefe akılcılıktan hareketle, Kelam ise vahiyden yani nakilden hareketle aklı selim ile anlam dünyası oluşturmaya ve geliştirmeye çalışır. Aralarındaki farkın en temel noktası başlangıçta ahlaki zeminde oluşan niyettir. Başka bir ifadeyle “iyi niyet” üzerinden gelişen “hikmet”i arama önceliğidir.
Akılcılıktan hareketle gelişen Felsefe ile vahiy ve akıldan hareketle gelişen Kelam arasındaki farkın bilincinde olarak şunu açıkça belirtmekte fayda var: Vahiyden yola çıkarak inanç ve itikat meselesi üzerine yoğunlaşan ve süreç içinde felsefi bir boyut kazanan Kelam ilmi ve onun felsefeyle ilişkisi çok önemli, derin ve ufuk açıcıdır. Kelamın kökeninde yer alan “teakkul” yani akletmek tefekkürün önemli bir boyutudur.
Vahiyden hareketle oluşan dini hakikat ile fıtrattan kopan insanın tekrar fıtratı, gerçeği arama çabasından hareketle oluşan felsefi hakikat tarz itibariyle farklı olmakla birlikte objektif olarak bir görülebilir. Şimdi çok derinlere dalmadan, bu çağa söz söyleme ve insanına dokunma bilinci taşıyan Müslüman bir aydın olarak bu süreçte Kelam ilmini derin bir felsefe olarak gördüğümüzü, felsefe kavramını derin felsefe, kelam anlamında ele aldığımızı belirtip konuya genel hatları itibariyle girmeye çalışalım.
Daha önce altını çizdiğimiz gibi, Yüceliş Felsefesi üç ana boyuttan oluşur. Bunlar; İnsanca varoluş, yürüyüş ve yüceliştir. Başka bir ifadeyle, yaratılışla başlayıp bugünle devam eden “insanca varoluş”, tarihsel süreç içinde gelenekle hemhal olan her türlü yapıp etmelerden oluşan “yürüyüş” ve nihayetinde canlanan, yenilenen insanı kamil yolculuğuyla hayat bulan “yüceliş”.
Yüceliş Felsefesini tüm boyutlarıyla ve bir bütün olarak ele almak gerekir. Detay ve derinleştirici çalışmaları ileride geliştirmek kaydıyla Yüceliş Felsefesi temel olarak birkaç felsefi esas üzerine oturur. Bunlar; varlık felsefesi, bilgi felsefesi, insan ve ahlak felsefesi, hukuk felsefesi, toplum ve siyaset felsefesi, iktisat felsefesi, tarih felsefesi, eğitim felsefesi ve sanat felsefesidir.
Şimdi bütün bu felsefeleri damıtılmış olarak kısaca özetlemeye çalışalım: