Önceki yazılarımızda modern dünyada
insana bakış ile yola çıkmış ve İslam’a göre insanı ele almıştık. Bu yazımızda
ise toplumsal hayatın içinde insanı değerlendireceğiz.
İslam dinine göre insan, “ahsen-i takvim”[1]
olan, yani en güzel bir şekilde Allah tarafından yaratılmış olan bir varlıktır.
Yeryüzünün halifesi[2]
konumunda olan insan, mevcudatın kendisinin hizmetinde[3]
olduğu bir varlıktır. Nahl Suresinin 12. ayetinde belirtildiği gibi, insanın hizmetine
sunulan bu nimetlerin hepsi Allah’a şükretmesi içindir. Zaten başka bir ayeti
kerimede Allah, insanları sadece kendisine ibadet etmeleri için yarattığını[4]
belirtmektedir. Bu durumda insanın önünde iki seçenek yer almaktadır. Ya
yaratılışının gayesini, fıtratının icap ettirdiğini yerine getirerek “eşref-i
mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) halini koruyacak ya da bunların
zıddını yaparak “esfel-i safilin” (sefillerin en sefili) olacaktır. Bu
çerçevede düşünüldüğünde İslam dininde insan algısı için ilk olarak ifade
edilebilecek husus, bütün insanların, Yunus Emre’nin ifadesiyle, “Yaratılanı
severiz, Yaratandan ötürü.” iltifatına mazhar oldukları ve yaratılışları gereği
en güzel ahlaka sahip oldukları gerçeğidir.
İlk insan Hz. Âdem’in dünyaya gelişi ve
hayat amacı, Kur’an-ı Kerim’de bir mesel aracılığıyla anlatılmıştır. Allah,
Bakara Suresinde bu meseli şu şekilde anlatmaktadır:
“Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva)
beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet
nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her
ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik. Şeytan onların
ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten)
onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz,
sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik. Bu
durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyip aldı ve derhal
tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Dedik
ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim
hidayetime tabi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü
çekmezler.”[5]
Kur’an-ı Kerim’deki anlatıda, insanın
dünyadaki hikâyesi Hz. Âdem’in bir hatası nedeniyle dünyaya gelişi ile
başlamaktadır. Onun dünyadaki hayatının amacı da geldiği yere yani cennetine yeniden
dönmektir. Bu şekilde İslam, teolojik olarak “Yarına yöneliş ilahi bir yasadır.”
gerçeğini fıtratında taşıyan insana bir gelecek tasavvuru sunmaktadır.
Cennetin yeniden kazanılması
psikolojisi dünyadaki yaşamı bir imtihan alanı kılmaktadır. İslam’a göre
kişinin ilk amacı, Yaratanına olan kulluk vecibelerini yerine getirmektir.
Dünya hayatı boyunca yaptığı iyilikler ve ameller vesilesiyle sevap kazanmakta
olan insan, yaptığı hatalar ve kötülükler ile de günah kazanmaktadır. Kıyamet gününde
kurulacak mizanda sevapları ağır gelecek kullar cenneti kazanacaklardır.[6]
Sevap ve günahların tartılacağı terazi ile alakalı olarak Allah Kur’an-ı
Kerim’de rahmetinin bol olacağını ifade ederek günahların bağışlanabileceği
vurgusunu yapmaktadır. Bununla birlikte, Hz. Peygamber’in bir hadisi şöyledir:
“Kim bir kul hakkı
yemişse derhal o kardeşi ile helalleşsin. Çünkü “kıyamet günü” dirhem de geçmez
dinar da. Böyle olunca o “hak yiyen” kişinin sevapları alınır o adama yüklenir.
Eğer sevapları yoksa o hakkını yediği adamın günahları buna yüklenir.”[7]
Hz. Peygamber bu ifadesiyle, kul
hakkının sadece hak sahibi tarafından affedilebileceğini belirtmiştir. Bu ve
benzer birçok hadiste bu konuya değinilmiş, insanların kul hakkına çok dikkat
etmesi gerektiği ifade edilmiştir. Kul hakkının önemli olmasının en temel
sebeplerinden biri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslam dininin insanlar
arasında bir hiyerarşik yapıyı ön görmemesi, bütün insanları bir, eşit ve
kardeş görmesidir. Bunun yanında, dünya insan için yaratılmıştır, kâinat
tümüyle bütün insanlığın hizmetindedir düşüncesi, herkesin bütün mevcudattan istifade
ederken diğer insanları da düşünmesini ve onların haklarına riayet etmesini
zorunlu kılmaktadır.
Bütün bu değerlendirmelerden sonra
şunu açıkça ifade etmek gerekir. İnsan seçiminde özgürdür ve bu özgürlüğünü
anlamlı kılan da sorumluluk bilincidir. Gerçekte Yaratıcı insanı özgür kılmış
ancak o ölçüde de yükümlü ve sorumlu görmüştür. Yükümlülük sorumluluğu,
sorumluluk da yaptırımı zorunlu kılmaktadır. O halde insanın bu özgür ve
sorumlu hali unutulmamalı hemen ardından da değerinin ve gücünün buradan
geldiği hatırlanmalıdır.
Özgür irade ve sorumluluk sahibi
insanın bu hayattaki amacı gerçek yurt olan ahiret yurdunu kazanmaktır. Bu
hedefi gerçekleştirirken yapması gereken ilk iş kulluk vazifelerini hakkıyla
yerine getirmek, dünya ve üzerindeki nimetlerden makul ve meşru ölçülerde
istifade etmektir. Bunun yanında diğer insanların da haklarını gözetmek, onlarla
ilişkilerinde kul hakkına girmemeye özen göstermek ve adalet timsali şahitler olmaktır.
Çünkü bu dünyada ve üzerindekilerde herkesin ama herkesin hakkı vardır. Ve her
bir insan diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne,
rengine vb. bakılmaksızın, insan bizatihi insan olduğu için, bu hakkını bütün
boyutlarıyla kullanmalıdır.
Bu hakkın tam olarak kullanılması
durumunda, insan da toplum da kendi bütünlüğünü sağlayacak ve kendini
bulacaktır. İnsanın insanlaşma ve insan kalma, toplumun ise toplumsallaşma ve
toplum kalma yolculuğu ve adaletin tecellisi ancak böyle sağlanabilir.