23 Ekim 2018 Salı

İslam iktisadı mı İslam ekonomisi mi?


Daha önce iktisat ile ekonomi kavramlarını ele almış ve aralarındaki farkları tartışmıştık. Aynı anlamlarda kullanılmalarına rağmen bu iki kavramın arasında derin farklılıkların ve ayrılıkların olduğunu belirtmiştik. “İktisat” ve “ekonomi”nin ayrı zihinlerin ve ayrı yaklaşımların ürünü olduğunu söylemiş ve mevcut iktisat anlayışının materyalist iktisat anlayışı olduğunu ve onun iki uygulaması olan kapitalist ve sosyalist ekonomilerin de bizatihi onun politikaları, uygulamaları olduğuna işaret etmiştik. “İktisat” kavramının bir amaca matuf zihinsel bir çaba ve teori, “ekonomi” kavramının ise bu zihinsel çaba ve teorinin bir uygulaması olduğunun altını çizmiştik. Ekonominin dar ve sığ anlamına karşılık iktisat kavramının sadece ekonomiyi değil bütün hayatı kuşatan daha geniş ve derin anlamlar taşıdığını, yeni zihin üzerinden yeni dünyaya kapı aralayan felsefi bir tarafının bulunduğunu mütalaa etmiştik.

Şimdi bu yaklaşımdan hareketle “İslam iktisadı” ile “İslam ikonomisi” kavramlarını ele alıp bazı değerlendirmelerde bulunacağız. Müslüman zihin açısından bu iki kavramın neye tekabül ettiğini analiz etmeye çalışacağız.

İSLAM-EKONOMİ İLİŞKİSİ
Öncelikle şunun altını çizmekte fayda var: her düşünce sistemi, her medeniyet kendi kavramları ile hayat bulur. Bu çerçevede, İslam düşüncesinin, İslam toplumunun ve İslam sosyolojisinin en temel ilkesi, en esaslı zihni dayanağı kendi özgünlüğü ve kendine haslığıdır. Bu durum açık ve nettir. Bu açıdan, İslam düşüncesinin zihni arka planına ait umdelerin hayata ve pratiğe aktarılması son derece önemlidir. Burada her şeyin başına İslam koyarak oluşturulan çalışmaların ne kadar yetersiz ve özgünlükten uzak olduğu tartışmasını sonraya bırakmak kaydıyla şunu ifade etmeden geçemeyeceğiz. Modern dünyadaki gelişmeleri büyük bir yenilmişlik ve ezilmişlik duygusuyla takip edip oradaki değerleri kabullenmek, onları, başına “İslami” koyarak almak, zihni ve entelektüel tembelliğin ötesinde geleceği de karartan bir tutumdur. Kaldı ki, İslam kavramını kullanarak yapılabilecek bütün hata ve noksanlıkların da İslam’a ve Müslümanlara mal olabileceği ve onlara zarar verebileceği gerçeğini de unutmamak gerekir. O yüzden “İslami iktisat”, “İslami ekonomi”, “İslami banka”, “İslami demokrasi” vb. tüm nitelemelerin doğru olmadığını aksine bu yaklaşımın İslami değerleri tüketip içini boşalttığını sürekli vurguladık. Bu meyanda bu tür nitelemelerin, İslam’ın ve bizim dışımızda bir şey var da sanki ona öykünüyoruz çağrışımı yaptığının altını çizdik. Ancak bu önemli tartışmayı daha sonra derinleştirerek yapmak kaydıyla, “İslam” kavramını, ona yabancı olan ve aynı zamanda dar ve sığ anlamlar içeren “ekonomi” kavramıyla yan yana ve birlikte kullanmanın sakıncalarına dikkat çekmenin yeni bir zihin ve yeni bir iktisat oluşturma konusunda önemli bir sosyal görev olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

İnsanların ve toplumların birbirleriyle olan ilişkilerini belirleyen temel unsur her medeniyetin kendine has ontolojik ve epistemolojik anlayışını ortaya koyan “kurucu dünya görüşleri”dir. Dolayısıyla ahlak, hukuk, siyaset, sosyoloji, iktisat vb. alanlarda farklı medeniyetlerin farklı anlayışlarının olması gayet tabii bir durumdur. Bu çerçevede düşünüldüğünde İslam iktisadına dair bir şeyler konuşulacaksa ilk ele alınması gereken konu İslam dininde yer alan insan ve insanın algılanması konusu olmalıdır. Çünkü insanın yaratılış hikmetini ve fıtratını gözardı eden bir yaklaşımla oluşturulan tüm anlayışlar İslam iktisat felsefesi veya İslam iktisat düşüncesi sıfatını hak etmeyecektir.

“İnsan nedir? İnsan, bir kaynak mıdır; yoksa bir değer midir? İnsanın dünyadaki misyonu nedir? Dünya mülk müdür; yoksa emanet midir? Ekonomik ilişkilerde insan tüketici midir, değerlendiren midir?” sorularına tutarlı cevaplar verilmeden ortaya konmaya çalışılacak her İslam iktisadı çabası yetersiz, sınırlı ve eksik olacak, uygulama modelleri de problem oluşturacaktır.

KUŞATICI TANIMA İHTİYAÇ VAR

Şimdi yukarıda anlatılan perspektif doğrultusunda önce kavramsal bir çerçeve ortaya koyalım ardından da bir İslam iktisat felsefesi ve ekonomik ilişkiler sistemi gündeme getirmeye çalışalım. Öncelikle İslam kavramının özgünlüğünü hatırlayalım, sonrasında ise yabancı ve başka zihinlerin ürettiği kavramlarla kendi kavramlarımızı yan yana getirmenin oluşturduğu sakıncaları düşünelim. Son olarak da, bu kapsamda yeni bir iktisat zihni üzerinden iktisat ve ekonomi ayrımını yapıp ve nihayetinde yeni bir kavram ihtiyacının altını çizelim.

Eğer yeni bir iktisat yaklaşımı oluşturulacaksa iktisat bizatihi İslami bir kavram olduğu için ondan hareketle oluşturulmalı ve yeni bir zihin üzerinden geliştirilmelidir. Bu noktada “kast” kelimesinden türetilen, bir amaca matuf olarak yaşamak anlamını taşıyan ve aşırılıklardan uzak olma, itidal üzere olma, adaletli olma, normal olma anlamlarına gelen “iktisat” kelimesi bize büyük ufuklar açmaktadır. Doğrudan iktisat kavramını kullanmak bizce yeterlidir ancak içinde bulunduğumuz halden dolayı, konunun önemi ve daha iyi anlaşılması açısından şimdilik “İslam iktisadı” kavramını kullanmak uygun olabilir. En azından İslam kelimesini İslami bir kelime olan iktisat kelimesi ile yan yana getirmiş oluruz. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Ancak her ne olursa olsun İslam ile yabancı bir kelime olan ve meseleyi izah etmede yetersiz kalan ekonomi kelimesini yan yana kullanmak yani “İslam ekonomisi” kavramını kullanmak sağlıklı ve doğru bir tutum olmaz. Zira bu durum hem ulvi ve yüce İslam kavramına haksızlık olur hem de geniş ve kuşatıcı olan, hayatın bütününü kapsayan iktisat kavramına haksızlık olur.

İşin açıkçası iktisadi açıdan bu çağda, bu çağın koşullarında, bu çağın insanına dokunacak “yeni ve özgün” bir duruşa ve bunun doğal sonucu kapsayıcı ve kuşatıcı bir tanıma ihtiyaç vardır. Hayatın ve kalbin ritmini yakalayacak, insana dokunacak ve kalpleri titretecek bir kavrama ihtiyaç vardır. İktisadın temel problemi olan üretim/büyüme, paylaşım/bölüşüm, sermaye birikimi, emek/ücret konularına yeni açılımlar, yeni çözümler getirip geliştirecek yeni ekonomi politik anlayışa ihtiyaç vardır. İnsanlığın hayrına olan bu yeni ekonomi politik anlayışa özünü izah edici, açık, sade ve kuşatıcı yeni bir isim bulmak zorundayız. Başka bir ifade ile iktisat (şimdilik İslam iktisadı) ekseninde yeni bir ekonomi tanımına ve ismine ihtiyaç vardır. Evet, bunu anlıyor ve onaylıyoruz.

İslam’ın iktisat anlayışının tek ve kendine has olması, onun uygulamasının yani ekonomisinin ise çağı ve koşullarını hesaba katacak bir çeşitlilikte olması bizatihi İslam’ın imkan boyutunun önemli işaretlerinden biridir. Bu aynı zamanda insanlığın ve dünyanın gidişatı karşısında bir umut olarak iktisadın yeniden yorumlanmasının ve hayata geçmesinin önünü açmak, farklılığını ve zenginliğini korumak anlamına gelecektir.

İKTİSADI GERÇEK ANLAMIYLA KULLANMALIYIZ

Burada altı çizilmesi gereken bir konu daha var. İslam ekonomisi denildiğinde baskın olan modern ve Batılı ekonomik anlayışın bir parçası anlaşılıyor. Böyle demekle aslında egemen olan Batı’dır, siz de bir takım hassasiyetlerinizle bir kenarda durun denmek isteniyor. Bu durum adeta Batı’nın bir lütfunu çağrıştırıyor. Kaldı ki, siz hiç Hıristiyan ekonomi kavramını duydunuz mu? Duyamazsınız. Çünkü böyle bir şey yok ve olması da son derece zordur, zira Batı buna asla müsaade etmez. Aslında İslam ekonomisi kavramını kullanmakla denilmek istenen açık ve nettir: dünyanın efendisi biziz, ekonomi genel olarak bizim işimiz, siz de bizim istediğimiz yerde ve şekilde bekleyin ve bize tabi olun. Acı ama gerçek budur.

Oysa Müslümanların bu durumu tersine çevirmesi gerekir. İktisat denilince otomatik olarak İslam İktisadı anlaşılmalı ve bunun dışında olanlar kendilerini ayrıca tanımlama ihtiyacı hissetmelidirler. İşte o zaman bize ve insanlığa ait bir iktisattan bahsedilebilir ve derin umut tazelenebilir. Burada unutulmaması gereken bir gerçek daha var. O da, tarihi ve sosyolojik olarak “bir şeyde öz zayıfladıkça kabuk önem kazanır.” Bu çağda İslam’ın özü zayıfladığı için kabuk yani şekil önem kazanmakta ve bu durum da kendini İslami kavramları öne alarak ve onları yabancı kavramlarla birleştirerek göstermektedir. Böylece özgünlükten ve özden uzaklaşma gittikçe artmaktadır. Bu şuurdan yoksun insanlar da İslam ekonomisi diyerek ve üzerinde çalışmalar yaparak bu hatanın yaygınlaşmasına ve derinleşmesine neden olmaktadır. Olayın bir boyutu da Batı’nın teşvikiyle buradan geçinen birçok insanın var olması ve daha da acısı bunun farkında dahi olunamamasıdır. Bu son derece düşündürücü ve ibret vericidir.

Burada bir nokta daha var. Daha önce değindiğimiz gibi, iktisat ve ekonomi ilişkisi farklı ve derin bir ilişkidir. Dolayısıyla İslam’ın iktisat anlayışı, iktisat felsefesi tektir ve kendine hastır. Ancak bunun uygulaması yani ekonomisi ise çeşitli ve zengin olabilir. İslam ekonomisi denmekle de bütün bunlar göz ardı edilmiş ve büyük bir imkanlar yığını heba olmuş oluyor.

O yüzden biz diyoruz ki, İslam’ın bir iktisat görüşü vardır ve bu daha çok felsefi ve teoriktir. İşte bunun adı İslam iktisadıdır (ki, bu geçici bir kullanımdır, uzun vadede sadece iktisat denilmelidir). Bir de iktisadın uygulaması vardır. Bunun adı da ekonomidir (İslam ekonomisi asla değildir). Demek ki buradan anlaşılan şudur: İslam’ın bir iktisat anlayışı vardır ve bu tektir, biriciktir, kendine hastır, buna şimdilik İslam iktisadı diyebiliriz. İktisadın birçok uygulaması vardır buna da ekonomi diyebiliriz. İslam iktisadı kavramını kullanmakta şimdilik ve geçici olarak mazuruz. Ancak İslam ekonomisi kavramını kullanmak yeni zihin ve yeni iktisat açısından hem yetersiz hem de İslam’ın, Müslümanların ve insanlığın geleceği açısından son derece tehlikeli ve umut kırıcıdır. Bu çerçevede yapılacak iş de açık ve nettir: İslam iktisadı üzerinden yeni bir ekonomi kavramı ve anlayışı geliştirmek.

Yeni Şafak, 16 Ekim 2018

İktisat ile ekonomi farkı

Genel olarak iktisat ile ekonomi aynı anlamlarda kullanılır. Oysa aralarında derin farklar ve ayrılıklar vardır. Bugün var olan iktisat anlayışı materyalist zihnin ürettiği iktisat anlayışıdır. Materyalist iktisadın iki tür uygulaması mevcuttur. Bunlardan biri sermayenin egemen olduğu kapitalist ekonomi, diğeri de bir sınıfın egemen olduğu sosyalist ekonomidir.

Şimdi “iktisat” kavramı ile onun bir uygulaması olan “ekonomi” kavramının ilişkisini yakından incelemeye ve değerlendirmeye çalışalım.

“Ekonomi” kelimesinin “iktisat” kavramının İngilizce karşılığından geldiğini biliyoruz. Ancak insan, toplum, eşya ve kâinat telakkileri açısından Batı’daki anlayışlarla İslam’ın anlayışları arasında zihinsel olarak dünyalar kadar fark olduğu açıktır. O açıdan bu derin ve uzlaşmaz farkın altını çizmek ve bu konuda farkındalığı artırmak için, şimdilik, bu iki kavrama farklı anlamlar yükleyerek bir başlangıç yapmakta fayda var. Bu arada bu konunun araştırılması, derinleştirilmesi ve geliştirilmesi meselesinin aydınların ve akademisyenlerin önünde duran acil bir görev olduğu da unutulmamalıdır.

İşin açıkçası “iktisat” ile “ekonomi” kelimelerini kavramsal olarak ve kökenleri itibariyle birbirinden ayırmak gerekir. Kanaatimizce “iktisat” daha ziyade teoriye dönük, ekonomi ise bizatihi uygulamaya dönüktür. Bu noktada iktisat ekonominin dar çerçevesine hapsedilemez. İktisat ekonomiyi kapsar, kuşatır ancak onunla sınırlı ve eş görülemez. Çağdaş dünyada “iktisat”, hayatı kuşatan sosyo ekonomik bütünlüğün kavramsallaştırılması, modellenmesi ve teorisidir; “ekonomi” de, bu kavramsallaştırmalara dayalı gündelik yaşam pratiği olarak birlikte tek bir sosyal praksisi oluşturmaktadır. Başka bir ifade ile iktisat, ekonomi uygulamasının toplumun tüm kesimleri gözetilerek ve kuşatacı belli bir siyaset anlayışıyla hayata geçirilmesidir. Yani iktisat, ekonomi politiktir. Diğer bir deyişle iktisat, politik ekonomidir.

Öncelikle “iktisat” ve “ekonomi” kelimelerinin kökenlerine bir bakalım. “İktisat” kelimesi aslında Arapça bir kelime olup “kasd” kökünden gelmektedir.1 “Kasd” ise hedefe yönelme, doğru yol, amaca uygun, mutedil demektir. Bir açıdan da “kıst” (adil olan pay, adalet) kavramını düşünürsek her şeye hakkını verme, her şeyi yerli yerine koyma, diğer bir deyişle tam anlamıyla adaleti tesis etme “iktisat” kavramına derin bir açılım yapabilir. Bu yönüyle, “iktisat” kelimesi itidal üzere hareket etme, harcamalarda tasarruflu olma, kanaat etme demektir. Başka bir ifade ile iktisatta bir gayeye yönelme vardır; “amaçlılık, ölçü ve ölçülülük” sosyal ve iktisadi kavrayışın temel unsurlarıdır.

“Ekonomi” kelimesi ise yunanca “oiko” (ev) ve “nomia” (kural) köklerinden oluşan “oikonomia” kelimesinden gelmektedir. Bu yönüyle, “ekonomi” kelimesi ev kuralı, ev yönetimi demektir. Bizim literatürde kullanılan “ilmi tedbiri menzil” deyiminin anlamı da bir bakıma “ev yönetimi”, “ev yönetim bilgisi” demektir ve “oikonomia” kelimesi ile paralellik arz edebilir. Ancak aralarında bazı temel farklar vardır.

“Oikonomia ile ilmi tedbiri menzil arasında epistemoloji ve kaynaklar bakımından mevcut bu temel farklara bir üçüncüsü eklenebilir: Amaç farklılığı. Bilindiği gibi ilmi tedbiri menzilin amacı, hane halkına bu dünyanın yanı sıra öte dünyanın da mutluluğunun yollarını göstermek iken, özellikle Aristo’nun anladığı anlamdaki oikonomiada böyle “öte dünya mutluluğu” kavramı –görebildiğimiz kadarıyla– yer almaz. Bu hususun, İslam’ın ahiret inancına olan vurgusundan kaynaklanan bir fark olduğu açıktır”2

İlmi tedbiri menzil

İktisat kavramını “ilmi tedbiri menzil” kavramıyla birlikte düşündüğümüzde ekonomi kelimesinden en temel farkının “amaç farklılığı” olduğu açıktır. Zaten varılacak yer anlamındaki menzil kelimesi bunu açıkça göstermektedir. İşte bütün bu tartışmalar bize, “iktisat” ile “ekonomi” kelimelerinin kökenleri kadar, yöneldikleri maksatlar açısından da ciddi ve derin farklılıklar taşıdıklarını gösterir. Bugün için, “iktisat” kavramının İngilizcesinin “ekonomi” kelimesi olması bizi yanıltmamalıdır. Zira söz konusu maksat farklılığındaki temel ayırım bize bugün kullanılan sözde iktisat kavramının aslında zihin ve anlam olarak kapitalist iktisat hatta daha doğru bir ifade ile materyalist iktisat olduğu açıktır.

İktisat ile ekonomi farkının daha iyi anlaşılması ve ekonomi kavramının yetersizliğinin gün yüzüne çıkması konusunda bu disiplinin kurucularından Adam Smith’in (1929-1790) Ulusların Zenginliği adlı kitabındaki bir değerlendirmesi dikkate şayandır. “Siyasal ekonomi, iki ayrı amaç güder: Birincisi, halka bol bir gelir veya geçim sağlamak yahut daha doğrusu, onların, kendileri için böyle bir gelir ve geçim sağlamalarını mümkün kılmak; ikincisi, devleti ya da toplumu kamu hizmetlerine yetecek bir gelirle donatmaktır. Halkı da hükümdarı da zengin etmek gayesini gözetir”. 3 Aslında Smith, halk ile devleti bir araya getirip bütünleştirecek bir yaklaşımdan bahsederken siyasal ekonomi kavramını kullanarak altını çizmeye çalıştığımız farkın işaretini vermektedir.

Devletin yasası
Ayrıca bu konuda Fransız Devrimini etkileyen düşünür Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) önemli bir isimdir. Toplum Sözleşmesi adlı eseriyle ünlenen Rousseau, pek de duyulmamış olan Ekonomi Politik adlı kitabında bu konuda ilginç değerlendirmelerde bulunuyor. “Ekonomi ya da oikonomi (ahlaksal ve siyasal). Bu sözcük oiko, ev ve nomo, yasa sözcüklerinden gelir ve kökenine göre, tüm ailenin ortak iyiliği için ev işlerinin akla ve belli kurallara uygun biçimde çekilip çevrilmesi anlamını taşır. Bu terimin anlamı sonradan en büyük ailenin, yani devletin yönetimini de kapsayacak biçimde genişletilmiştir. Bu iki anlamı birbirinden ayırt etmek için, ikinci durumda buna genel ya da politik (kamusal) ekonomi, öteki durumdaysa ev ekonomisi ya da özel ekonomi adı verilir”. 4

Rousseau, daha eserinin girişinde ekonomiyi “özel ekonomi” ve “genel ekonomi” (politik ekonomi) olarak ayırmak durumunda kalmıştır. Genel ekonomiyi politik (kamusal) olarak değerlendirmiş, buna toplum ve devlet idaresi anlamı vererek buradan da genel iradeye varmıştır. Ekonomi politiği bir anlamda polis’in nomosu olarak yani toplumun/devletin yasası, düzeni olarak görmüştür. Bu son derece ilginçtir.

Rousseau, “Servetlerde aşırı eşitsizliği önlemek yönetimin en önemli sorunlarından biridir, ama bunu hazineleri sahiplerinin elinden alarak değil hazine yığma olanağını herkesin elinden alarak, yoksullar için bakımevleri kurarak değil yurttaşları yoksullaştırmaya karşı güvenceye alarak yapmalıdır” der. Halkların erdemli olmalarının vatanı sevmekle başladığını söyler ve ardından da şunu ifade eder: Özgürlük olmadan vatan, erdem olmadan özgürlük ve yurttaşlar olmadan da erdem var kalamaz; yurttaş yetiştirirseniz, geri kalan her şeye de sahip olursunuz; yoksa elinizde sadece bir yığın kötü ve işe yaramaz köle kalır, en başta da devlet yöneticileri olmak üzere…

Rousseau, genel irade, onun somutlaşması olan devlet, devletin işleri için gereken erdem, erdemin hakim kılınması için gereken eğitim gibi, iyi bir toplum yönetiminin temel ilke ve kurumlarını tanımlamaya çalışır. Ona göre bütün bunlar devletin görevidir ve her şeyde “genel iradeyi” hakim kılmak esastır. Yasa koyucunun birinci görevi yasaları genel iradeye uydurmak, yöneticinin birinci görevi de yönetimi yasalara uydurmaktır. Aslında Rousseau, bütün bu anlattıkları ile genel ekonomi kavramını kullanmakla kalmamış aynı zamanda bunun kamusal tarafını açıklayıp genel irade üzerinden kamucu bir ekonominin işaretlerini vermiştir. Bu gerçekte ekonomi kavramının ne kadar yetersiz olduğunun işaretidir.

“İktisat” ve “ekonomi” ayrı zihinlerin ve ayrı yaklaşımların ürünüdür. Bu açıdan şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Mevcut iktisat anlayışı materyalist iktisat anlayışıdır ve kapitalist, sosyalist ekonomiler de bizatihi politikaları, uygulamalarıdır. “İktisat” bir amaca matuf zihinsel bir çaba ve teori “ekonomi” ise bu zihinsel çaba ve teorinin bir uygulaması demektir. Bir bakıma “ekonomi”, bir iktisat politikasıdır, bir iktisat uygulamasıdır yani dar ve sığdır. “İktisat” ise sadece ekonomiyi değil bütün hayatı kuşatan daha geniş ve derin anlamları olan, yeni zihin üzerinden yeni dünyaya kapı aralayan felsefi bir kavramdır.

“İktisat” ile “ekonomi” arasındaki fark, ana strateji ile politika arasındaki fark kadar derin, anlamlı ve hayatidir.


Star Gazetesi, 26.05.2018

10 Eylül 2018 Pazartesi

SANAT FELSEFESİ

“Muhakkak ki sen; büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem, 68/4).
“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381).
Sanat felsefesi, sanatın ne olduğunu ve kaynağını bilmeye, doğasını anlamaya, fonksiyonunu, insan ve toplum için taşıdığı anlamını keşfetmeye ve onu hayata geçirmeye çalışır.
Sanat; Estetik ve güzelleştirme
Sanat, hakikate estetik bir şekilde ulaşma maharetidir. Sanat insan ruhunun harcındaki yaratıcılığı sonuna kadar kullanıp mutlak Yaratan ve Yöneten olan Allah’ın rahmet, bereket ve güzelliklerini keşfetme gayretidir. Kendi özündeki güzelliklerden hareketle mutlak güzelliğe erişme ve onu yansıtma cehdidir. Bunu gördükçe de insanın kendinin ve sınırlarının farkına varması, kendi nefsinin ilahi olma imkansızlığını itiraf etmesidir. İnsanın Allah’tan başka dostu olmadığının farkına varması, gerçek özgürlüğün kula kulluğa karşı olmak olduğu bilinciyle sadece O’na kul olmanın hazzını yaşaması, toprakla buluşması ve secde etmesidir. Bu insanın ruhunda “kalu bela”dan beri var olan bir güzelliktir. İnsanın “ahseni takvim” yani en güzel şekilde yaratılmış olması onun sanata dönük boyutunun ciddi bir işaretidir.
Aslında sanat güzellik peşinde olan insanın kendi güzelliğini artırması, kendi geleceğini güzelleştirmesidir. Hayata bütünlük ve süreklilik içinde yaşaması ve kıyamete inanarak o büyük güne koşar adım yaklaşmasıdır. Sanat güzellik peşinde koşan güzel insanın kıyamet meşalesi taşıyarak insanları uyarmasıdır.
Sanat, güzeli arama ve bulma çabasıdır. Sanat güzele doğru, kemale doğru estetik bir şekilde yol almaktır. Sanat ahlaki olgunlaşmaya, ahlaki temelde güzelleşmeye ve erdeme ulaşma mücadelesidir. Sanat güzel, göze hoş gelen, görülüp de beğenilen şeydir. Estetik ise hem sanattaki hem de doğadaki güzelliği arama çabasıdır. O açıdan daha kuşatıcı ve daha geniştir. Estetik güzel üzerine düşünme, onun ne olduğunu anlamaya çalışma ve bunu bulup keşfetme çabasıdır.
“Her şey insan için, insan da kulluk için yaratılmıştır,” gerçeği sanatçı için temel rehberdir. Sanat, güzeli ve güzelliği arama ve keşfetme yolculuğuna çıkmadır. Mutlak iyi, doğru ve güzele doğru bir yolculuk yapmadır. Sanatın kaynağı ilahidir ve mutlak güzellikten neşet eder. Güzelliğin kökeni güzel ahlak yani yaratılıştır, fıtrattır, İslam’dır.
Sanat, kainatın ahengine katılmak ve oradaki hikmetleri bulmak için çabalamaktır. Sanat, hakikati ve güzeli keşfetme ve bu keşif sürecinde ürün/sanat eseri oluşturma maharetidir. Güzel bir işi güzelce yapmak olan ihsan, sanatın bizatihi kendisidir. Sanat, insanları ve toplumları hakikate ve güzelliğe hal ile davet etmektir. Bu anlamda sanat hakikate ve güzelliğe hizmet eder. Onları estetik bir şekilde yaymaya çalışır. Aslında sanat, düşünce ve ideolojinin estetik bir hüviyet kazanmasıdır.
Sanatta güzelleştirmenin bir boyutu da insanı, insanlığı ve dünyayı güzelleştirmektir. Bu çerçevede sanat, insanlığı ve dünyayı daha güzel hale getirmek ve iyileştirmek için yapılan estetik yüklü bir faaliyettir.
Sanat, insan olma sanatı peşinde koşmaktır. Sanat, hayatı estetik ve güzelleştirme doğrultusunda idame etmek ve mutlak güzelliğe doğru yolculuk yapmaktır.

EĞİTİM FELSEFESİ


“Bunun sebebi; bir topluluk kendi nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah’ın onlara verdiği nimetini değiştirmeyeceğidir. Ve muhakkak ki Allah; Semi’dir, Alim’dir.” (Enfal, 8/53).
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete kavuşanları da en iyi bilendir.” (Nahl, 16/125).
“…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alıp düşünür.” (Zümer, 39/9).
Eğitim felsefesi, eğitimin ne olduğunu, niçin ihtiyaç duyulduğunu bilmeye, amacını, mahiyetini, anlamını, insan kalmanın temellerini ortaya koymaya ve değişen koşullarda insanın içindeki enerjiyi ve yeteneği açığa çıkarmaya ve onu dönüştürme mahiyetini açıklamaya çalışır. İnsanı insan yapan özelliklerin keşfini sağlar, onların korunması ve geliştirilmesi için uygun yollar arar.
Eğitim; Okuma, anlatma, tartışma, yazma ve yaşama
Eğitimin temel amacı insandaki enerjiyi, sinerjiyi, yeteneği, yaratıcılığı ve mahareti açığa çıkarmaktır. Başka bir ifadeyle,  eğitimde esas olan, insanın kendini bulmasına, insan kalmasına ve kendini gerçekleştirmesine yardım etmektir. Eğitim; insan olma ve insan kalma sanatıdır, estetiğidir.
Her insan yaratılıştan temiz, fıtrat üzere, kendi doğası ve yetenekleri ile doğar. İşte bu fıtratın korunması, doğanın açığa çıkması ve yeteneklerin kendini bulması ancak ve ancak bu tarzda bir felsefi eğitimle mümkün olabilir.
Bu noktada eğitim beş boyutu olan bir sistematikle hayat bulmalıdır. Bunlar: Okuma, anlatma, tartışma, yazma ve yaşama.
Okuma; Kitap, “İkra” ile oku ile başlar. Okuma ilk adımdır ve dinlemeyi de kapsar. İnsan okumakla kendini bulmaya ve geliştirmeye başlar. Bir anlamda okuma doldurmak ve biriktirmek demektir. Okumak o kadar önemlidir ki, Hakikatin kitabını okumak ısrarla ve defalarca önerilmiş ve onu okumanın en büyük ibadetlerden biri olduğu açıkça beyan edilmiştir.
Anlatma; Okumanın hemen ardından anlatma gelir. Anlatma, okunanın nasıl ve ne boyutta anlaşıldığını gösterir. Zira tek başına okuma bir şeyin tam ve doğru olarak anlaşıldığını göstermez. Okumanın dışa ilk yansıması anlatma ve konuşmadır. O açıdan insanlara hakkı anlatmak olan tebliğ, aynı zamanda tebliğ edilen şeyin de gerçek ve derin anlaşılmasını sağlar.
Tartışma; Okunan ve anlatılan bir olgunun gerçek bir anlamaya geçmesini sağlar. Başka ifade ile idrak edilmesini temin eder. Meselenin değişik boyutlarının, görünen ve görünmeyen yanlarının açığa çıkmasına, merak duygularının tetiklenmesine ve soru sormanın teşvik edilmesiyle derin anlamanın oluşmasına vesile olur.
Yazma; Anlaşılan ve daha da kavranan bir olgunun daha derin bir idrakle anlaşılmasını, daha derli toplu hale getirilmesini ve disipline edilmesini sağlar. Yazmak konuyu disipline etmekle bırakmaz onun derin idrakle anlaşılmasını ve kalıcılaşmasını temin eder.
Yaşama; Tüm boyutlarıyla anlaşılan, derince kavranıp idrak boyutuna gelen ve disipline edilen bir olgunun, bir gerçekliğin insanın bizatihi kendi bünyesinde canlanması, hayat bulmasıdır. “Bilgi hayat içindir, yaşamak içindir,” gerçekliğinin ete kemiğe bürünmesidir. Bilginin hayat bulmasıdır.
Ülkemizde ve dünyada cari olan eğitim sistemi tüm boyutları ile küresel sisteme uyumlu insanlar yetiştirmek için tasarlanmış ve bugüne kadar uygulanmıştır. Buradaki esas amaç egemen dünyanın istediği tipte bir statükocu insan yetiştirmektir. Bunun öncelikle anlaşılması ve kesin olarak bir şekilde aşılması gerekir.  
Eğitim; Hayat, hayatı güzelleştirme
Eğitim çağımızda artık boyut değiştirmiştir. Öyle ki, eskisi gibi kalarak ve geçmişte olduğu gibi davranarak ne kendimizi geliştirebilir, ne de insanları eğitebiliriz. Değişen koşullarda kendimizi değiştirerek ve dönüştürerek yeniden var kılmadıkça insanlara dokunamaz, hayatı yakalayamayız.
Eğitimde bilgi önemlidir. Ancak unutmayalım ki, bilgi tek başına bir işe yaramaz. Zira bilginin kendinden çok hayata tekabül eden tarafı daha önemlidir. Kaldı ki, bilginin önemi giderek azaldı ve üstelik ona ulaşmak da eskisi kadar zor değil. Kısaca bilgi artık parmaklarımızın ucunda, gözlerimizin önünde. Dolayısıyla ona ulaşmaktan daha önemlisi onu anlamak, kavramak, sindirmek, çıkarımda bulunmak ve yaşamak olmuştur. Bunu göremeyen toplumların kendilerini ve nesillerini geleceğe taşımaları artık mümkün değildir.
İşte tam da bu noktada, birebir, yüz yüze eğitim çok daha önemli ve acil hale gelmiştir. O yüzden geçmişteki ustaların yetiştiği atmosfer (yüz yüze, yuvarlak masa, gönüllülük, talebe ve üstat ilişkileri vb.) keşfedilmeli ve güncellenerek hayata geçirilmelidir. Açıkçası üç yaşındaki insan yavrusunun hareketlerinde doğrudan gözlemlenen o özün (maharetlerin, yeteneklerin, enerjilerin vb.) geliştirilerek açığa çıkarılmasının, bunun için uygun yol ve yöntemlerin keşfedilmesinin zamanı gelmiştir.
Eğitim öncelikle kendinden hareketle ruhunu ve özünü koruyarak değişime ve dönüşüme uğramak, kendi içindeki ve insanlardaki güzelliği ve yetenekleri açığa çıkarmaktır. Ve bunu yaşayarak en güzel tarzda yapmaktır. Bir yandan içsel arınmayla kendini güzelleştirerek, arıtarak yücelmek, diğer yandan da hal ile tutum ve davranışlar ile diğer insanların güzelliğini ve enerjisini açığa çıkartmaktır.
Kısaca çağ değişmiş, insanlar dönüşmüş ve farklılaşmıştır. Bu çağda olmak, bu çağın insanlarına dokunmak ve insan kalmanın yollarını bulmak için eğitime yeni bir felsefeyle yaklaşmak gerekir. Bu noktada eğitim hayatın içinde olur ve hakikat aşığı kadrolar da hayatın içinde yetişir, gelişir, olgunlaşır. İşte o zaman insan gerçek insan, eğitim gerçek eğitim ve kadro da gerçek kadro olur.
Eğitim hayattır, hayatı hakkını vererek yaşamaktır. Kendini ve enerjisini açığa çıkararak güzelleşmek, diğer insanları hal dili ile etkileyerek güzelleştirmektir. Bütün bunların ışığında birbirlerinin enerjilerini ve etkilerini artırarak büyük bir sinerji atmosferi oluşturmak, dünyayı ve hayatı güzelleştirmektir.

TARİH FELSEFESİ


“Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Ve siz onların yapmış olduklarından sorulmazsınız.” (Bakara, 2/141).
Tarih felsefesi, tarihin ne olduğunu bilmeye, anlamını, niçin var olduğunu ve neye yaradığını ortaya koymaya, onun insandaki ve toplumdaki karşılığını bulmaya, bugün ve yarın için anlamını idrak etmeye çalışır.
Tarih; İbret, sorumluluk ve yarına yöneliş
Tarih, insanoğlunun yaşama öyküsü ve bu öykünün kayda alınmasıdır. Ancak insanların sadece yapıp etmelerinin kaydı değildir. Hayali bir masal da değildir. Tarih, belli bir çağda yaşamış toplumların siyasal, ekonomik ve sosyal yapısının bir aynasıdır. Bir bakıma medeniyetlerin, milletlerin ve devletlerin doğuş, yükseliş ve çöküşlerinin belgesidir.
Tarih, olayların anlatı ve tasvirlerinin ötesinde onların arka planını, nedenlerini ve çıkabilecek ders ve ibretlerini gösterir. O statik değil dinamik özellikleriyle yaşayan milletlere sorumluluklarını hatırlatır, yönelişlerini etkiler. İnsanın umut ve özlemlerinin dinamik bir sürecidir. Sadece geçmiş olayları canlı bir bütüne bağlamaz; bununla beraber, gelecek şeylerin biçimini belirler ve yarına yönelişin göstergelerini verir.
Tarih aynı zamanda ibret, sorumluluk ve yarına yöneliş üzerinde toplumların hakikatle bağlarını tarif eder, akıbetlerinin işaretlerini verir. Öyle ki, hakikatle savaşanların nasıl bir kıyametle karşı karşıya kalacaklarını derslerini gösterir. Bu noktada “Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir,”  şiarı tarih ve sorumluluk bilincinin temelidir.
Tarih, geçmişi öğrenip ders çıkarmak, bugünü anlayıp kavramak ve yarını tasavvur edip inşa etmek için vardır. Yani tarih, yarını olanlar, yarına yönelenler için vardır ve anlamlıdır. Yarın tahayyülü ve tasavvuru olmayanlara tarih bir şey yapamaz. Bu noktada düşünmenin üç boyutu insanın ufkunu açar. Geçmişi öğrenip öğüt almak (tezekkür), bugünü kavrayıp fikir oluşturmak (tefekkür) ve geleceği düşünüp tedbir almak (tedebbür).
Tarihi reddedip ondan kopmak insanı zayıflatır ve kendine yabancılaştırır. Tarihe sığınıp orada kalmak ise insanı acizleştirir ve zamana yabancılaştırır. Tarihe sığınmak ve tarihteki kahramanlardan medet ummak son derece yanlıştır ve bizi asla bir yere götürmez. Tarih bitmiştir yani tarih tarih olmuştur, geçmiştir. Ona sığınıp günü ve zamanı unutmamalı aksine onu anlayıp ondan ders çıkarmalı ve sorumluluk bilinciyle yapıp edilebilecekleri öne koymalı ve yarına uzanmalıdır.
Tarihi ve tarihteki kişileri, kahramanları kutsayıp tümüyle masum görmek ne kadar hatalı ve yanlış ise onları reddedip aşağılamak da o kadar hatalı ve yanlıştır. Ve bu durum bizi bir yere taşımaz aksine küçültür, aşağılar, değersizleştirir.
Yaşadıklarını unutmayan, ondan dersler çıkararak bugünü ve bugünün sorunlarını anlamaya, anlamlandırmaya, yorumlamaya ve aşmaya çalışanlar için tarih büyük bir maniveladır. Bunun da ötesinde ateşleyici, ruh verici ve umut aşılayıcı bir motivasyon kaynağıdır.
Evet, tarih bir açıdan olup bitmiştir. Ancak başka bir açıdan ise dinamiktir, hayat doludur. Hareketlenmekte ve kendi yolunda durmadan akıp gitmektedir. Bu noktada tarih insanlığın hem hafızası hem yaşayan ruhudur. Burada değişen tarih değil bizim ona bakışımız ve onu yorumlayışımızdır. İşte buna “tarih bilinci” diyoruz. Tarih bilinci var olmak ve yarına taşınmak için büyük bir güç ve imkandır.
Tarih; İyilik ile kötülüğün savaşı
İnsana, iyilik ve kötülük olarak iki yön verilmiş ve özgür iradesi ile serbest bırakılmıştır. İşte tarih, bu iki yönün birbiriyle mücadelesidir. Gerçekte dünya tarihi iyilikle kötülüğün, iyilik peşinde koşanlarla kötülük peşinde koşanların mücadele tarihidir. Bu mücadele hem insanda hem toplumda hem de insanlıkta kesintisiz süren bir mücadeledir. Tarihin taşıyıcı gücü, dinamosu budur. İnsanın, toplumun ve insanlığın tarihinde iyilikler ve iyiler örnekliktir, kötülükler ve kötüler ibretliktir.
Tarih hem yüzleşilmesi hem de sorgulanması gereken bir aynadır. Orada kendi geleneğimizin izlerini görürüz. Tarih her zaman sabit kalmaz, onun dinamik ve yön veren bir tarafı vardır. Bu noktada toplumlar tarihine, tarihsel değerlerine ve mirasına sahip çıkarlarsa, köklerinden güç alırlarsa ancak var olabilirler.
Tarih hem dinamik hem de yol göstericidir. Öyle ki, geçmişi yeniden okumak ve yorumlamak, sadece olanların derin kavranmasını sağlamaz aynı zamanda bugünü anlamada ve geleceği tahayyül edip kurmada tarih insanlara önemli ipuçları verir. İşte bu çerçevede tarih bir güçtür, kılavuzudur.
Tarih ibret yüklü, sorumluluk aşılayan ve yarına yönelişi besleyen bir dinamiktir.

İKTİSAT FELSEFESİ


“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, her şeye Kadir’dir.” (Ali İmran, 3/189).
“Gerçekten insan için, çalıştığından başkası yoktur. Ve onun çalışması ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 53/39-41).
İktisat felsefesi, iktisadın ne olduğunu ve kaynağını bilmeye, doğasını anlamaya, anlamını, neye tekabül ettiğini ve insandaki ve toplumdaki karşılığını bulmaya, insan, eşya ve dünya ilişkilerini belirlemeye çalışır.
İktisat; Ahlak, adalet ve hakkaniyet
Bugün insan, toplum ve insanlık büyük bir tehdit altındadır. Materyalizmden beslenen kapitalizmin taşıyıcı motoru büyük sermaye bir yandan, yanında çalıştırdığı insanı bir insan olarak değil bir kaynak olarak, bir üretim aracı olarak görmeye başlayıp sömürüyor, ifsat ediyor ve nesneleştiriyor. Diğer yandan ise, karşısındaki insanı bir tüketici olarak görmeye başlayıp sömürüyor, ifsat ediyor ve nesneleştiriyor. Böylece büyük sermaye arz ve talep tarafında bir taşla iki kuş vuruyor. Bu durum insanı ve toplumu acizleştirip hüsrana uğratıyor.
Büyük sermaye elindeki imkanları kullanarak yaptığı bu gayri insani tutum ve davranışların üzerini büyük bir ustalıkla örtüyor, insana ve topluma nefes alacak alan bırakmıyor. Böylelikle hem kendi menfaatini maksimize ediyor hem de insanı metalaştırarak ve şeyleştirerek insanlıktan çıkarıyor. Bu suretle kendine muhalif olabilecek alan ve aralıkları kapatıyor ve toplumu insanca yaşayabileceği imkanlardan mahrum bırakıyor.
Tarihin bu anında ahlakı ve insanı temel alan yeni felsefelere, yeni teorilere, yeni tezlere, yeni bakış açılarına kısaca yeni zihinlere ihtiyaç vardır. İnsanları da, insanlığı da, dünyayı da ancak bu tutum kurtaracaktır.
İnsan, iktisadi bir üretim aracı, bir kaynak değildir. İnsan, başlı başına bir “değer”dir, ana değerdir. İnsan bir tüketici, bir tüketen ve bitiren de değildir, olamaz. İnsan, hayatı olduğu gibi eşyayı da değerlendirendir. Sonuç olarak insan müşteridir yani satın alandır, değerlendirendir. Kısaca insan insandır ve değer yüklüdür, şeref doludur.
Yeryüzünde ve gökyüzünde her şeyin Allah’ın olması gibi, mülk de Allah’ındır. Mutlak mülkiyet Allah’a mahsustur. O yüzden de dünya mülk değil emanettir. Dünya insan ve insanlık için yaratılmıştır. Dünya ve üzerindeki nimetlerde, gelecekte doğacaklar da dahil, tüm insanlık ailesinin hakkı vardır. Bu hakkı herkes insan olma ve insan kalma vasfını koruyarak kullanmalıdır. Buna müdahale suçtur, günahtır ve haddi aşmaktır. Daha da ötesi insanlık suçudur. Ahlak, adalet ve hakkaniyetli bir dünya ancak böyle kurulabilir, barış ancak böyle tesis edilebilir. İşte iktisat felsefesi tam da bu noktadan hareketle başlar.
İnsanların dünya ve üzerindeki nimetlerden faydalanmaları/pay almaları en doğal haklarıdır. Herkes bu sürece katılıp bu haklardan istifade etmelidir. Bu haklarını kullanamayanların hakları mahfuzudur. Bu noktada emek, katılım ve ortaklık temelli bir iktisadi model oluşturulmalı, herkesin imtihanını normal ve adil şartlarda sürdürebilmesini sağlayacak “yeterli yaşama seviyesi”nde hayat sürmesi sağlanmalıdır. Yeterli yaşama seviyesini sağlayacak bir iş sahibi olamayanların temel ihtiyaçları toplumca karşılanmalıdır.
“İktisat” ile “ekonomi” ayrı zihinlerin ve yaklaşımların ürünüdür. Bunları bir görmek büyük hatadır. İktisat işin teorisi, felsefesi, ekonomi ise işin pratiği, uygulamasıdır. O yüzden de işin uygulamasına dalıp esası ve felsefeyi asla unutmamak gerekir. Bu noktada öncelikli iş, yeni bir zihinle yeni bir iktisat teorisi ve felsefesi ortaya koymak ve onu geliştirip derinleştirmektir.
Bu çerçevede insanın iç bütünlüğünü sağlaması, doğasına uygun davranması ve kendisine yakışanı yapması ancak ve ancak “üretimde verimlilik, paylaşımda adalet ve tüketimde kanaatkarlık” üzerinden bir ekonomik tasavvur oluşturması ve bunun fiiliyata geçmesi için takati oranında çalışması ile mümkündür. Azme değer bir çaba olarak kişinin insanlığa sahip çıkması, yeryüzünü imar ve ıslah etmesi, adaleti tüm boyutlarıyla tesis etmesi ve bu noktada insanın kabiliyetini ve kapasitesini seferber etmesi insanca ve hakça bir tutum ve davranış olur.
Ekonominin temel amacı insana ve topluma hizmet olmalıdır, olmak zorundadır. Bu noktada, işin özü; Allah’a kulluk, O’nun önünde eşitlik ve insanlara ihsandır. Çünkü “eşrefi mahlukat” olarak, temel değer olarak insan buna değer.
Her şey insan içindir. İyi ve güzel olan her şey insana yakışır, insana değer. Ne yapılırsa yapılsın insana değer.
İktisat; Emek, katılım ve ortaklık
İslam iktisadının felsefesi ve esas teorisi, İslam’dan yani barıştan kalkarak hayatı tanzim etme, doğal olarak da iktisadi hayatı tanzim etme gayesidir. Dolayısıyla İslam iktisadını temel alıp onun uygulamasını yani ekonomisini oluşturmak gerekir. İşte tam da bu çerçevede mevcut ekonomik anlayışların üzerinde yeni bir anlayış ortaya koymak şarttır. Bu anlayışın özü; “insanlığın/âdemoğlunun bir, eşit ve kardeş görüldüğü, dünya ve üzerindekilerin herkese amade kılındığı, istifadesine açıldığı ve bütün insanlığın kainat ve nimetlerine katılımının esas alındığı, üretkenliğin temel alındığı” ekonomi politik anlayıştır. Biz buna “Katılım Ekonomisi” diyoruz.
Bu ekonomi politik anlayışın temelleri beş esasa dayanır:
1. Ahlak, 2. Adalet ve Hakkaniyet, 3. İhsan ve Dayanışma, 4. Emek, Katılım ve Ortaklık, 5. Aktiflik ve Üretkenlik.
Bu anlayış yukardaki temel ilkeleri yeni bir zihinle ele alır ve bunların birbiriyle bağını ve önceliklerini yeni zihin, yeni tasavvur ve yeniden inşa açısından çok önemli ve elzem görür. Zira bu anlayışın her bir ilkesi sürecin bir aşamasına tekabül eder. Bir bakıma insanın içinden dışarıya doğru bir hareket yolculuğudur. İnsanlaşma ve Müslümanlaşma sürecinin inşasının birbirini tamamlayan ve takip eden aşamalarıdır.
Başka bir deyişle, önce zihinsel bir devrimle “ahlak” temel alınır. Ardından “adalet ve hakkaniyet” üzerinden tasavvura başlanır ve bu tasavvurun başlangıç noktası olarak “ihsan ve dayanışma” gündeme gelir. Başka bir ifadeyle ihsan yani güzel davranmak, vermek, fedakarlık yapmak dayanışmayı ateşler, başlatır, inşa eder, tutar ve geliştirir. Arkasından sürecin “emek, katılım ve ortaklık” aşaması gelir. Bu durum artık ekonominin ete kemiğe büründüğü aşamadır. Burada tetikleyici faktör emektir. Emeğiyle var olma ve takati oranında sorumlu olma bilinci bu tetiklemeyi ateşler. Beşinci ve son aşama ise artık hareketin, işin, çalışmanın başladığı aşamadır. Bu aşamada “aktiflik ve üretkenlik” baz alınarak verimlilikle birlikte iktisadi hayat harekete geçirilir ve böylelikle ekonomik kalkınmanın ve gelişmenin önü açılmış olunur.
Tüm insanları bir, eşit ve kardeş gören, toplumu değerlerle dolu ve en zayıfın en çok korunduğu büyük bir aile olarak kavrayan ve bu çerçevede ahlaktan kalkarak hayatı ve iktisadı tanzim eden yeni bir yapılanış şarttır, elzemdir.
Dolayısıyla İslam iktisadının ilk adımı ahlak ve insan olmalı ve her şey bu değerler üzerinden inşa edilmelidir.

TOPLUM VE SİYASET FELSEFESİ

“Bunun sebebi; bir topluluk kendi nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah’ın onlara verdiği nimetini değiştirmeyeceğidir. Ve muhakkak ki Allah; Semi’dir, Alim’dir.” (Enfal, 8/53).
“Şüphesiz ki, bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmez.” (Rad, 13/11).
Toplum ve siyaset felsefesi, toplumun ve siyasetin varlığını, ne olduğunu ve kaynağını bilmeye, doğasını anlamaya, anlamını ve birbirleriyle bağlantılarını ortaya koymaya çalışır.
Toplum; İhsan, dayanışma ve yardımlaşma
Dünya insan için, tüm insanlar için yaratılmıştır. Dolayısıyla tüm insanların ve toplumların onda ve onun üzerindeki nimetlerde hakları vardır. Hiçbir ayırım gözetmeksizin herkesin bu haktan istifade etmesi esastır. Bu hakkın ikamesi çerçevesinde insanların ve toplumların birlikte yaşamaları, yardımlaşma ve dayanışma içine girmeleri, toplumsallaşmaları temel bir gerekliliktir. Toplum ve siyaset felsefesi bu noktadan hareketle insanlığı kucaklayacak ve kuşatacak bir şekilde mana kazanmalı ve hayat bulmalıdır.
İnsanlar ve toplumların özü çeşitlilik ve farklılıktır. Çeşitlilik içinde birlik yani “kesrette vahdet” toplum olmanın temel esaslarındandır. O yüzden insanlar ve toplumlar kendi farklılıklarını ve çeşitliliklerini koruyarak bir ve beraber olarak yaşamalı ve dayanışarak hayatlarını idame etmelidir. İhsan ederek yani en güzel tarzda vererek ve yardımlaşarak yaşayan toplumlar ancak kendilerini koruyabilir ve hayatiyetlerini sürdürebilirler. Bunun başka yolu yoktur.
Toplumların yaşamalarının, kendi varlıklarını yarına taşımalarının yegane yolu insanlık değerlerine sahip çıkmaları ve onlarla hayat bulmalarıdır. Bu noktada toplumların varlıklarını dayandırdıkları temel değerleri ihsan, dayanışma ve yardımlaşmadır.
“Dünya insan için yaratılmıştır, onda ve üzerindekilerde herkesin hakkı vardır.” gerçeğini merkeze alıp, oradan hareketle yola çıkıldığında gerçek bir toplumsallaşmanın da önü açılacaktır. Ancak o zaman, medeniyeti hem oluşturup hem de etkisinde kalan insan da, insan ve toplumların davranışlarını sistematik olarak inceleyen sosyoloji de, temel unsurları insan, toplum ve şehir olan medeniyet de gerçek anlamını bulacaktır.
Siyaset; Cumhuriyet, şura cumhuriyeti, katılım
Her toplum nasıl olduğunu yönetime yansıtmalıdır. Toplumun sağlığı ve geleceği ancak buna bağlıdır. Bu noktada siyaset topluma hizmettir ve her halükarda toplum iradesine yaslanmalıdır.
İnsanlar kendi temel hak ve özgürlüklerini koruyabilmek için bir araya gelmeli, toplumsal dinamiklerin temel şartlarını ortaya koymalı, hukuk temelinde meşru bir güç oluşturmalı ve bu gücün adalet ile işlevsel olmasını sağlamalıdır. Toplum olmanın ve gerçek temel siyasetinin oluşmasının yolu ancak budur. 
Toplumlar dayanışma ve yardımlaşma içinde olmak için vardır. İnsanlar ve toplumlar ancak ve ancak bir ve beraber dayanışarak yaşayabilirler. Bütün bu ilişkilerin sağlıklı, dengeli ve adil bir biçimde olabilmesi ancak sağlıklı ve adil bir siyasetle mümkündür. Bu anlamda siyaset insanlara ve toplumlara hizmet üzerine oturmalıdır. Siyasetin özü toplumun sağlıklı var olması ve yönetilmesidir.
İnsanların özgür iradeleri ile kendi hayatları üzerinde egemen olmaları ne kadar önemli ve hayati ise toplumların özgür iradeleri ile yönetime katılmaları, iktidarları belirlemeleri o kadar önemli ve hayatidir. Toplumların iç barışı, dayanışması ve yardımlaşması ancak insanların yönetime ve sürece katılmaları ile sağlanabilir. Dolayısıyla toplumların çoğunluk iradeleri ile oluşmuş bir iktidar ancak meşru olabilir (Cumhurilik). Yönetime ve iktidara gelişi halkın iradesine dayanmayan idareler her türlü tutum ve davranışlarından bağımsız olarak, gelişleri itibariyle, gayrimeşrudur.
Bu noktada istişare ve şura kavramlarının derin anlamaları insanlığa büyük imkanlar vermekte ve yüksek ufuklar sunmaktadır. Bu aynı zamanda iktidar ihtirasını engellemenin ve kula kulluğu kaldırmanın da yegane yoludur. İktidar ihtirasının tek çaresi halkın özgür iradesinin devreye alınması, başka bir deyişle Cumhuriyetin tesis edilmesidir. Daha da ötesi “İleri Cumhuriyet”in geliştirilip yerleştirilmesidir.
Özgür irade (cüzi irade) sahibi olarak doğan ve kendi hayatı üzerinde egemen olan insanların kendi yöneticilerini seçme haklarının olması son derece normal, beklenen ve doğal bir durumdur. Aksi zulümdür. Halkın iradesinin yönetime yansıtıldığı, çoğunluğun yani cumhurun görüşünün iktidarı belirlediği, ancak azınlık haklarının da garanti altına alındığı ve iktidarın meşruiyetini buradan aldığı yönetim biçimine Cumhuriyet denir. Cumhuriyetin derinleşerek geliştirilmesine ve toplumsallaşmasına İleri Cumhuriyet denir.
Seçilmiş meşru iktidar düşüncesinin esas alındığı, ilkelerin ve hukukun baskın olduğu, sistemin ve kurumsallaşmanın toplumsallaştığı idare şekli Cumhuriyettir. Bu şekilde geliştirilen, şuranın esas alındığı yönetim biçimi Şura Cumhuriyeti’dir. 

HUKUK FELSEFESİ

“De ki: Ey Ehli Kitab; hepiniz, sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş koşmayalım. Ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi Rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse; o vakit şahid olun ki biz, Müslümanız, deyin.” (Ali İmran, 3/64).
Hukuk felsefesi, hukukun ne olduğunu ve kaynağını bilmeye, doğasını anlamaya, mahiyetini, anlamını, kaynağını ve gayesini araştırmaya, neden gerek duyulduğunu ve sınırlarını keşfetmeye, insan ve toplumdaki karşılığını, uygulama kabiliyetini bulmaya çalışır.
Hukuk; Adalet ve hakkaniyet
Hayatın anlamı ve amacı insanda, toplumda, kainatta ve her türlü şeyde barışı ve adaleti aramak, bulmak ve inşa etmektir. Başka bir deyişle, her şeyde bütünlüğü aramak, adaleti sağlamak, dengeyi oluşturmak yani “silm”i, barışı, İslam’ı tesis etmektir. İşte barışı tesis etmek için en önemli umde hukuktur. Yani gerçek ve derin hukuk olan şeriattır. İnsanlığın ve dünyanın yegane kurtuluş umudu hukukun üstünlüğüdür. Gerçekte hayat; barış ve hukuktur, hukukun hakimiyetidir.
Hukuk, insanların ve toplumların hür, bağımsız ve huzur içinde yaşamalarını ve her halükarda haklarını sonuna kadar kullanmalarını teminat altına almalarını sağlayan en önemli toplumsal normdur. Hukuk, en nihayetinde insanların ve toplumların bizatihi kendilerini bulmalarını ve gerçekleştirmelerini sağlayan bir can suyudur, hayattır. Hukuk hak ile başlar, adalet ile meşruiyet kazanır ve özgürlük ile teminat altına alınır.
Hukuk öncelikle haktan hareket eder ve en temel insan hak ve özgürlüklerini teminat altına alır. Hakkın tecellisi için adaletin ikamesini zorunlu kılar. Adaletin tesissi de hukukun meşruiyetini sağlar. Meşruiyet, kanuniliğin/yasallığın ötesinde ve üstünde anlam ve değer taşır. Hak, adalet ve meşruiyetle gerçek özgürlüklerin temeli atılır. Böylelikle hukuk meşru olur, hayat bulur.
Hukuk, insanlar ve toplumlar için en temel ihtiyaçlardan biri olmasının yanında birlik ve bütünlük için en temel yasadır. Büyük bir tefekkür sonucu tecelli eder. Düşüncenin bu boyutu tefakkuh yani fıkhetmektir. Başka bir deyişle, geçmiş, gelecek ve bunlar arasındaki bağlantıdan yola çıkarak bugüne ilişkin sonuçlar çıkarmak ve bunu normlara çevirmektir. Bir şeyi hakkı ile künhü ile derin ve ince düşünmek ve buradan hareketle insanları ve toplumları her türlü konuda güvence altına almaktır.
Hukuk, bizatihi insanlar ve toplumlar için vardır ve hedefi adalet ve hakkaniyeti sağlamaktır. Adalete yönelmeyen bir hukuk amacından sapmış ve esasen hukuk olma özelliğini kaybetmiş demektir. Hiç kimse hukuku engelleyemez, saptıramaz ve üstünü örtemez. Hukuk sonuçta toplumsal yaşam için adalete yönelmiş bir düzen oluşturur. Düzensiz yaşam bir kaostur ve bu da sonuçta yok oluşa götürür. Bu noktada hukuksuz, düzensiz bir toplumsal yaşam tasavvur etmek imkansızdır.
Adalet, ancak hukuk temelli bir düzenin inşasıyla mümkündür. Barışı, eşitliği, özgürlüğü ve güvenliği tesis etmek ancak ve ancak hukuka ve adalete dayalı bir toplumsal düzenle mümkündür. O yüzden insan vicdanından hiç eksik olmayan adalet, hukukun en önemli fonksiyonudur. Adalet mefhumunun tecellisi ve hayat bulması meşruiyetin yegane kaynağıdır. Hukuk meşruluğunu buradan alır. Düzenin adaletli olması toplumsal barışı ve huzuru sağlar. Adaletin hukuktan, hukukun adaletten koparılması zulümdür ve bu durum sürekli anarşi üretir. Toplumsal barışın tesisi ancak adalet ve hukukun birlikteliği ile mümkün olabilir. Bunu da ancak ahlak/hukuk sağlayabilir.
Hakkaniyet, insanların ve toplumların hak eksenli bir dünyada yaşamaları için zorunlu olan, insanlığın ve dünyanın gidişatını teminat altına alan en önemli umdelerden ve değerlerden biridir. Hakkaniyetin insanları kucaklaması ve yeryüzüne hakim olması, başka bir deyişle, hakkaniyetin tesisi ve hayat bulması insanlığın da dünyanın da geleceğini kurtaracaktır. Bunun yolu da hukukun üstünlüğüdür.
Adalet ve hakkaniyeti tesis eden hukuk hem kendi gelişmişliğinin hem de toplumların gelişmişliğinin bir işareti olarak tezahür eder. Günümüzde toplumların gelişmişliğinde ahlak önemlidir ancak yaşam pratiği açısından hukuk neredeyse daha önemli bir hale gelmiştir. Zira ahlak bir ölçüde farklılaşarak ve değişerek bireysel bir davranışa indirgenince tarihi ve sosyolojik olarak hukukun önemi ve ağırlığı artmıştır. Ahlak olmadığında ya da yozlaştığında yaptırım son derece sınırlı kalmakta, bu da çoğu zaman insanların yaratılışta kazandıkları temel hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasına ya da ortadan kaldırılmasına neden olmaktadır. Oysa hukuk ve kanun hakimiyeti çiğnendiğinde ortaya çıkan yaptırım daha caydırıcı olmaktadır. Temel hak ve hürriyetlerin çiğnenmesinin kadim kitaplarda cezalarla karşılanması bugün daha da anlamlı hale gelmiş ve işlevsel boyut kazanmıştır. O yüzden ahlak öncelikli ve hayatidir ancak hukuk birlikte yaşama ve toplumsallaşma açısından daha önemli ve fonksiyonel hal almıştır.
Hukukun temeli ahlaktır. Ahlaksız hukuk, hukuksuz da ahlak olmaz. Doğal olarak, hukukun kaynağı da iyi, doğru ve güzelin kaynağı da Hakikat ve Gelenek’tir, yani Kur’an ve Sünnet’tir.
Bütün bu gelişmelere rağmen hukukun en temel değeri hak ve adalettir. Hak ve adalet de ahlaki bir değerdir. Zira insanın tüm davranışları ahlakından neşet eder. Hukuk insanın ve toplumun tüm hallerinin belli bir norm içinde olmasını sağlamakla bu dünyada adaletin tecellisinde çok önemli bir rol üstlenmektedir. Aynı zamanda ahlakın daha da bir anlam bulmasına katkı sağlamaktadır.
Evet, hukuk ahlaktır ve amacı adalettir.

İNSAN VE AHLAK FELSEFESİ

“Herkesin bir yönü vardır oraya döner. Öyleyse siz hayırlı işlerde birbirinizle yarışın! Nerede bulunursanız bulunun, Allah hepinizi birden getirir. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.” (Bakara, 2/148).
İnsan ve ahlak felsefesi, insan ve ahlakın ne olduğunu ve kaynağını bilmeye, doğasını anlamaya, anlamını ve derinliğini belirlemeye, hayatın gerçek manasını yakalamaya ve ortaya koymaya çalışır.
İnsan; Şeref, değer, yakın (kurba)
Yaratılıştan temiz ve fıtrat üzere olan insan, “eşrefi mahlukat” yani yaratılmışların en şereflisidir. İnsanın fıtratı Tevhid üzerine, tertemiz ve şeref yüklüdür. Bu şerefi doğuştan kazanmıştır ve ona asla dokunulamaz. O yüzden de insan değerdir, değerlidir ve haysiyet sahibidir.
İnsan şerefli olduğu kadar değerli, değerli olduğu kadar yakınımızdır. O Allah’ın emanetidir. Bütün emanetlere hıyanet etmek nasıl büyük günahsa insana hıyanet etmek, onun haysiyetine ve haklarına dokunmak da o kadar büyük günahtır. “İnsan insanın yakınıdır” (akrabası yani kurbasıdır). Başka bir ifadeyle her insan maddi manevi boyutuyla bir bütündür ve aynı zamanda tüm şahsiyetiyle bir bütünün parçasıdır. Zira hepsi Hz. Adem’in çocuklarıdır. İnsanın üç önemli temel vasfı vardır: şeref, değer ve yakın (kurba).
İnsan şerefli bir yaratılışla yola çıkmış, süreç içinde kendine verilmiş olan iyi ve kötü yönlerini beslemesiyle de bir hal almıştır. Bu anlamda insan ne tam iyidir ne de tam kötüdür, ne melektir ne şeytandır. İnsan özgür iradesiyle iyi tarafını besleyip büyütmesi durumunda iyi yönünün, aksi yani iyi tarafını örtüp besleyememesi durumunda ise kötü yönünün etkisine girerek yeniden şekillenir. Bu anlamda insan iyi ve kötü yönün mücadele ettiği bir arenadır.
İnsan tutum, davranış ve hareketiyle kendi kazancını bizatihi kendi elde eder. İnanıp inanmamak insanın kendi hürlüğü ve kendi fiilidir. İnsan için beyan esastır. İnsan kendinden ve fiillerinden sorumludur.
İnsan; Bir, eşit ve kardeş
İnsanlar bir, eşit ve kardeş olduğu için Ademoğlunun/insanların birliğini ve eşitliğini esas alan birlik eşitlik eksenli bir dünya kurulması insanlığın en büyük tasavvurudur. Ancak böyle bir tasavvurla insanlığın ve dünyanın yeniden kurulması sağlanabilir. Bu noktada Tevhid’in en önemli açılımı ve bugüne tekabül eden kısmı “Birlik Eşitlik” fikridir.
İnsanların doğal hakları vardır ve bu temel haklar onlara yaratılışta verilmiştir. Buna müdahale şirktir. Kendi menfaati için başkalarının haklarını kısıtlayan, kaldıran azgındır (tağuttur). Bütün insanlık tek bir ailedir; çünkü hepsi tek bir ana baba zürriyetinden gelirler. Allah bir, yeryüzünde insanlar bir, eşit ve kardeştir.
İnsan birdir. İnsan; kendisi olan, bölünmez bütün şahsiyetiyle, maddi ve manevi varlığıyla, vücudu ve ruhuyla birdir, biriciktir, güzeldir, mübarektir. Bölünmüş insan nasıl kendisi ve insanlık için risk ise “bütünleşmiş insan” da umuttur, gelecektir.
İnsanlar Adem’den, Adem de topraktan gelmesi hasebiyle bir tarağın dişleri gibi birbirine eş ve eşittirler. Eşitliğin özü, insanların Allah ve hukuk önünde eşitliğidir. Diğer bir deyişle hak eşitliğidir. İnsanların özgür iradeleriyle yaptığı tutum ve davranışları kendi durumlarını belirler. Dolayısıyla hayırda yarışın hizası, insanın imtihanının başlama noktası eşitliktir.
İnsanlığın kendi hayatiyeti ve devamı için, her zaman ve her koşulda birlik içinde olunmalıdır. Birlik için de eşitlik şarttır, elzemdir. İnsanların eşitliği birliği besler, tahkim eder ve kuvvetlendirir.
“Birlik için eşitlik”, tek çaredir, tek kurtuluş yoludur.
İnsan; Hür ve bağımsız
İnsan iradeyi cüziye sahibi olarak doğuştan hür ve bağımsızdır. Yaratılıştan kazandığı ve varlığının bir parçası olan bu temel vasfı hem onun gücü ve enerjisi hem de imtihanıdır. Doğuştan Allah’ın ona ikram ettiği temel hak ve özgürlüklere (can, din, akıl, nesil ve mal emniyetine) sahiptir. İnsan hür ve bağımsız olarak iradi ve özgür aklı ile hak ve görevlerini sonuna kadar kullanma ve ahenkli bir bütünlük içinde gerçekleştirme mahareti ile donatılmış dinamiklere sahiptir. Bu onun doğal ve beklenen bir halidir.
İnsan özgür iradesiyle sadece ve ancak Allah’a kul olmasının, dünyadaki maddi manevi her şeyden ve dolayısıyla bunun doğuracağı kula kulluk başta olmak üzere haysiyet dışı her halden kurtulmasının yegane yolu onun hür ve bağımsız olma ontolojisidir. Bu aynı zamanda onu bu dünyada en derin tevazu en büyük vakar sahibi yapar. İlave olarak insan teslimiyetini yalnızca Allah’a yapmakla kendini tüm insanlarla bir ve eşit görme şuurunu da kazanmış olur.
Özgürlükten vazgeçmek, bir insanın insan olma niteliğinden, temel insan haklarından ve hatta görevlerinden vazgeçmek demektir. Özgürlük hakkından vazgeçen bir insanın uğrayacağı zarar asla telafi edilemez. Böyle bir davranış insan doğasına aykırıdır ve bir tür gönüllü köleliktir. Ve gönüllü kölelik bir hak değildir, aksine insanlık dışı ve gayrimeşrudur.
İnsan hür ve bağımsızdır. İnsanın özgür iradesi onun yapısıdır, doğasıdır. Devredilemez, bölünemez, kısıtlanamaz ve kaldırılamaz.
Ahlak; İhsan, erdem, infak
Ahlak, “hulk” kelimesinden neşet eder ve insanın gerçek özünü, yaratılışını ifade eder. Bu anlamda ahlak, kişinin yaratılışta verdiği söze inançla ve içtenlikle bağlı kalması demektir. Diğer bir deyişle kişinin yaratılışa sadık kalması, “sıddık” olması demektir. Bir açıdan da kişinin kendisiyle sözleşme yapması (öz anlaşma) ve buna uyması demektir.
Ahlak, “eşrefi mahlukat” olan yani yaratılmışların en şereflisi olan insanın bu şerefi taşıması, ona sahip çıkmasıdır. Bu şerefi daha yukarılara taşımak, diğer bir deyişle “kamil insan” olmak insanı yüksek ahlaka yani “güzel ahlak”a götüren bir süreçtir. Yüksek ahlak kişiyi yükseltmekle bırakmaz aynı zamanda olgunlaştırır. Olgunlaşan insan artık her zaman, her yerde ve her koşulda hayatın bütününe ve her anına ahlak üzerinden bakar. Ve kişi kendi hayatını ve iklimini ahlaki temelde inşa eder ve sürdürür.
Ahlak, ihsanla yani en güzel şeyleri en güzel tarzda yapmakla başlar, erdemle yani hiçbir şey beklemeden hiçbir şey istemeden insanca davranmakla devam eder ve infakla yani vermekle sürer. Bu anlamda ahlak; ihsan, erdem ve infak değerleri üzerinden şekillenir, gelişir, kalıcılaşır ve hayat bulur.
Ahlak, dilin ve konuşmanın ötesinde hal ile davranış ile kendini gösterir. Bazen onu konuşmak ve hatta onu savunmak bile hayattan uzaklaşmasına neden olabilir. İnsan için, insanlık için en büyük kurtuluştur.
Sonuç olarak ahlak, yaratılışa uygun davranış geliştirmek, fıtrat üzere yaşamak ve hikmeti aramaktır. Tüm insan, eşya ve dünya ilişkilerinde yaratılışa uygunluk demektir. Ahlak, iyi davranışlarda bulunmak ve kötü davranışlardan uzak olmaktır.
Ahlakın temeli fıtrattır, İslam’dır.
Hayat; Süreklilik, imtihan ve güzel ahlak
Hayat, insanları Bir’e yani Allah’a ve Allah önünde eşitliğe davettir. Hayat sürekli devam eden, imtihanla yüklü diri ve dinamik bir süreçtir. Felsefi olarak üç aşama üzerinden temellenir: İnsanca varoluş, yürüyüş, yüceliş.
1. İnsanca Varoluş
İnsan için Varoluş, esasında yaratılış ile başlayan, bugünle devam eden ve gelecekte de sonsuza dek devam edecek olan “Kalu bela”da başlayıp ahirete uzanacak bir süreçtir. Nereden geldiğimizin ve nereye gideceğimizin ilk işaretidir.
2. Yürüyüş
Yürüyüş, cennetten dünyaya düşüşle başlayan, dünyadaki doğuşumuz ve yaşayışımız ile devam eden ve bugün de bir umut olarak var olup yaşayan bir süreçtir. Yürüyüş yani hareketleniş her zaman ve her koşulda taze ve diri olan umudun çağrısıdır.
3. Yüceliş
Yüceliş, insanlığın temelleri insanca varoluş üzerine oturan, insanlığın hareketlenişi yürüyüşle canlanan ve yenilenen tarihsel yolculuğun bugüne tekabül eden sürecidir. Bir anlamda varoluşa yaslanarak harekete geçilmesi ve hareket üzerinden hayatın tekamülüdür. İnsanı kamil yolculuğudur. Hayatın anlamı ve geleceğidir.
Ve hayat, “Güzel Ahlak”tır.
Felsefi temellerini “insanca varoluş, yürüyüş ve yüceliş” ekseninde kuran ve güçlü, derin dayanaklara sahip olan “Yüceliş”  fikriyatının kendini geliştirerek, arınarak, ahlaki temelde olgunlaşarak hayat bulması tüm insanların yegane umudu olmasına imkan sağlayabilecektir.
Hayat Telakkisi; Varlık, bütünlük ve süreklilik
İnsanın kitapta anlatılan serüveni “Andolsun ki; Biz, insanı; çamurdan, süzme bir özden yarattık. Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Derken o kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık. Bir çiğnemlik et parçasını kemik olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Ve sonra onu apayrı bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir. Sonra siz, bunun arkasından hiç şüphesiz ki öleceksiniz. Sonra siz, kıyamet gününde muhakkak diriltileceksiniz,” (Müminun, 23/12-16) insanlığın hayat telakkisini ve yolculuğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu, bir ölçüde derin zaman anlayışla bakıldığında bir insanın sadece düz bir hayat çizgisinde seyretmediğini işaret etmektedir. İnsanın bu denli özenli ve ince yaratılış süreci dahi onun basit bir canlı olmadığını göstermektedir. Yaratılışı, ölüşü ve dirilişi ile insan sonsuzluğa uzanan, devamlılık ve köklü değişim içeren hayat yaşayan bir değer olduğunu ifade etmektedir.
Allah tarafından insana verilen yüksek değerin yanında, kulluk bilincinden uzaklaşan insanlar için yapılan zayıf (Nisa, 4/28), zalim (İsra, 17/11), hırslı (Mearic, 70/19), zararda olan (Asr, 102/3) vb. nitelemeler de vardır. Bu bağlamda insanın “eşrefi mahlukat” olma ile “esfeli safilin” olma arasında bir çizgide hareket ettiğini ifade edebiliriz. İnsan kulluk bilincini unutmazsa, Allah’a hakkıyla kul olursa en güzel bir şekilde yaratılmış ve ahlaklanmış benliğini eşrefi mahlûkat kılar. Fakat kulluk bilincini unutur ve Allah’a inanmaz, şükretmez ise en güzel şekilde yaratılmış benliğini esfeli safilin kılar.
Allah’ın kuru çamurdan yaratıp kendi ruhundan üflediği insan, bir yandan emaneti yüklenecek kadar cesur, varlıkların en şereflisi, meleklerin secde ettiği, yeryüzünün halifesi, en güzel şekilde yaratılmış (ahseni takvim) bir varlık; diğer yandan ise zayıf, zalim, kan dökücü, bozguncu, sabırsız, tamahkar, doyumsuz, nankör, cimri, hırsına ve tartışmaya düşkün, aşağıların en aşağısı (esfeli safilin) olmaya aday bir varlıktır. Evet, insan, bu özellikleri aynı anda barındıran ve büyük imtihan sahibi bir varlıktır.
“Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona, hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene, Onu arıtan, gerçekten felaha ermiştir. Ve onu örtüp kirleten ise muhakkak ziyana uğramıştır,” (Şems, 91/7-10), ayeti açıkça şunu göstermektedir: İnsan iyi ve kötü yönü olan bir varlıktır. İyi yönünü besleyen kurtulur, iyi yönünü örtüp beslemeyen dolayısıyla kötü yönünü besleyen ise mahvolur. Demek ki, mutlak iyi, mutlak kötü insan yoktur.
Bu çerçevede düşünüldüğünde, Allah’ın, Kur’an-ı Kerim’deki insan tanımlaması özetlenecek olursa; insan, en güzel bir şekilde yaratılmış, kendini sorumlu kılmaya yetecek düzeyde bir özgürlükle donatılmış, Allah’ın ruhundan üflediği ve tüm yaratılmışlara üstün kıldığı bir varlıktır. İnsan, bu konumunu Yaratıcısına bağlı kalarak onun istediği şekilde hayatını idame ettirerek sürdürmeli, kötü yönünü bastırıp iyi yönünü güçlendirmeli, kendi bütünlüğüne bağlı kalarak değerini artırmalı ve “eşrefi mahlûkat” olarak yaşamalıdır. İnsan, Allah katında değerlidir ve bütün semavi kitaplarda olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’de de en önemli muhatap odur.
Hayat dar anlamda ki buna “yaşam” da diyebiliriz, dünyada insanca varoluşla başlayan, bütünlük ve süreklilik içinde yürüyüş ile devam eden ve yüceliş ile süren bir yolculuktur. Hayat geniş anlamda ki buna “derin hayat” da diyebiliriz, yaratılış ile başlayan, ölüş ile devam eden ve diriliş ile süren bir yolculuktur. 

BİLGİ FELSEFESİ


“Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler; sana indirilen kitaba ve senden önce indirilmiş olanlara inanırlar. Namaz kılanlara, zekat verenlere, Allah ve ahiret gününe inananlara elbette büyük bir mükafat vereceğiz.” (Nisa, 4/162).
“De ki: hak geldi batıl zail oldu. Şüphesiz batıl zaten yok olucudur.” (İsra, 17/81).
Bilgi felsefesi başka bir deyişle bilim felsefesi, bilginin ne olduğunu ve doğasını bilmeye, kaynağını ve sınırlarını bulmaya, doğumunu, yerini, anlamını ve kuramsal konumunu belirlemeye ve ortaya çıkarmaya çalışır.
Bilgi; Vahiy (ve akıl)
Bilgi; anlamak, kavramak (idrak etmek), sindirmek ve nihayetinde yaşamak içindir. Yaşama dönük olmayan bilginin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Fayda sağlamayan bir bilgi malumatfuruş ve boş bir bilgidir.
Mutlak bilginin sahibi tek ilah olan Allah’tır. İnsan ancak O’ndan gelen bilgiye ulaşırsa mutlak bilgiye ulaşabilir. Allah, insanlar arasından seçtiği peygamberler aracılığıyla mutlak bilgiyi insanlara ulaştırır. İnsanlar ancak gerçek bilgiye böyle muttali olabilirler. Buna Vahiy denir. Vahiy, akıl ile birlikte bilginin temel dayanağıdır.
Vahiy, mutlak hakikatin kendisi olup aklı muhatap alır. Hakikati arayan aklın ilk işi vahyi anlamaya, kavramaya ve sindirmeye çalışmaktır. Akıl, anlamadığı, kavramadığı durumlarda sınırlarını bilerek onun akıl üstü ve ötesi, aynı zamanda da gerçek olduğunu idrak etmeli ve makuliyet sınırlarına geri çekilmelidir. Buna “aklı selim” yani selim akıl, temiz akıl, tam ve doğru akıl denir. İşte tam da bu noktada aklı selim ile ulaşılan bilgi “ilim”, akılcılıkla ulaşılan bilgi “bilim” olarak tasnif edilebilir. Bir başka açıdan izah edecek olursak, mutlak hakikat kaynaklı ve değişmeyen bilgi “ilim”, gerçeklik kaynaklı ve değişebilen bilgi “bilim”dir.
Şu açıktır ki, aklın anlamada yetersiz kaldığı durumlarda mutlak gerçeklik yine mutlak gerçekliktir ve aklın üstündedir. Ve bu noktada akıl acizdir. İşte bütün bu gerçeklik küresindeki derin akıl gerçek akıldır, selim akıldır. İşte insanın içinin, kalbinin mutmain olduğu nokta yani “kalbi selim” dediğimiz nokta tam da budur.
Mutlak bilginin anlaşılması ve korunması Allah’ın yardımı ve insanın düşünmesiyle olur. Bilgelik ve hikmet arayışı, düşünmek yani aklın harekete geçmesi insan için farzdır ve insanlık için umuttur.
Derin düşünmek beş boyutlu bir kılavuzdur (5T): Tefekkür, tezekkür, tedebbür, teakkul, tefakkuh.
Tefekkür; düşünüp fikir çıkarmak, ibret alınacak ve faydalanılacak kadar derin düşünmektir. Dura dura, sindire sindire düşünmektir. Zihnin derinlere ve kaynaklara yönelerek zamanı ve olguları kavraması ve bu çerçevede fikirler üretmesidir.
Tezekkür; geçmişe yönelik düşünmek, ibret almak, öğüt almak için düşünmektir. Zihnin sebepler üzerine yoğunlaşarak derin düşünmesi ve buradan aldığı derslerle harekete geçmesi ve yarını inşa çabasına girmesidir.
Tedebbür; geleceğe yönelik düşünmek, bir şeyin önüne arkasına bakarak sonunu düşünmek, tedbir almak için düşünmektir. Zihnin maksatlar üzerine yoğunlaşarak derin düşünmesidir.
Teakkul; geçmiş ile gelecek arasında, sebepler ile sonuçlar arasında bağ kurmaktır. Geçmişe yönelik tezekkür ile geleceğe yönelik tedebbür arasında irtibat kurmaktır. Neyin ne doğurduğu, sonucun nereden geldiği konusunda nedensellik bağını kurma çabasıdır. Diğer bir deyişle akıl erdirmek, akıl yürütmektir.
Tefakkuh; geçmiş, gelecek ve bunlar arasındaki bağlantıdan yola çıkarak bugüne ilişkin sonuçlar çıkarmak, fıkhetmektir. İşin inceliklerini kavramaktır. Bir şeyi hakkı ile künhü ile derin ve ince düşünmektir. Zihnin yoğunlaştığı şeyden damıttığı sonucu ortaya çıkarması, lehinde ve aleyhinde olanı tespit etmesidir. Canlanan ve hayat bulan hukukun çıkarılmasıdır. Başka bir ifadeyle, insanın halinin ilmini çıkarma çabasıdır.
Vahiy; Kur’an (ve Sünnet)
Hakikatin yegane referansı ve insanlığın kurucu kaynağı kitaptır, “Kur’an”dır. Kültür, sanat, edebiyat, siyasal, ekonomik, toplumsal ilimlerin temel dayanağı odur. Kur’an, insanlara hem esaslı bir “Yaratıcı” tasavvuru, hem de muhkem bir insan, toplum, eşya ve kainat anlayışı sunar. Kısaca Kur’an, hakikat bilgisinin ve hayat rehberinin bizatihi kendisidir. Ahlakın temel dayanağı ve membaıdır.
Kur’an, Hz. Peygambere (sav) vahiy yoluyla indirilmiş, mushaflarda yazılmış, tevatürle nakledilmiş ve okunmayla icaz dolu olan kelamdır. İcaz, Kur’an’ı Kerim’in eşsiz ve benzersiz olduğunu, benzerini yapmaktan bütün insanların aciz kaldıklarını gösterir. İcaz, aynı zamanda Kitap’ın Allah katından geldiğinin en büyük delilidir.
Kur’an hem lafzı hem de manası itibariyle benzersiz ve eşsizdir. Kur’an lafız ve mana dengesi açısından tamdır, usul ve şekil noktasından da biriciktir, kendine hastır.
Kur’an muhkem (kesin) ve müteşabih (yoruma açık) ayetlerden oluşur. Müslümanlar muhkem ayetleri baz alarak İslam’ı anlar ve hayatlarını ona göre tanzim ederler. Müteşabih ayetleri ise ancak Allah’ın bildiğine inanırlar.
Kur’an sahih İslam inancını  beyan eder, bütün hükümleri o bildirir. İslam dininin birinci kaynağı, mutlak referans kaynağıdır. Bunda asla ihtilaf yoktur.
Kur’an her zaman, her yerde ve her şart altında tüm insanlara hitap eden evrensel bir mesajdır. Kur’an her çağda ve değişen her koşulda yepyeni çözümler barındıran dinamik ve imkan dolu bir Kitap’tır. Dolayısıyla bu Kitap’ın her zaman her yerde her koşulda ve her zeminde her kuşağa ve her insana söyleyecek bir şeyi vardır.
Kur’an öyle bir kitaptır ki, onu okumaya ve düşünmeye başlayınca sanki bize yeniden iniyormuş gibi his ve duygu verir, o oranda tesir eder. Kur’an bir bütünlük ve süreklilik içinde bize geniş ufuklar açar. Hayatı dar çerçeveden değil de geniş açıdan görmemizi ve derinliğine kavramamızı sağlar.
Müslümanlığın temel kaynaklarından birincisi Kur’an-ı Kerim, ikincisi de “Sünnet” denilen Hz. Peygamberin Kur’an’ı anlama, yorumlama, hayata uygulama ve yaşamasıdır. Bu noktada Sünnet, Peygamberin bizatihi sözleri ve işleridir.
Sünnet, Kur’an’da murat edileni açıklar. Kur’an’da müşkül olan ifadeyi beyan eder, netleştirir. Kur’an İslam’ın ruhu, Sünnet ise onun ete kemiğe bürünmüş halidir. Kur’an ve Sünnet’ten hareketle alimlerin, aydınların ve toplumun fikir birliği yaptığı ittifaklar (İcma), karşılaştırma ile oluşan kıyaslamalar (Kıyas) en temel esaslardandır (Usul).
İslam’ı anlamanın ilk kuralı onu üç bütünlük içinde ele almaktır: Birincisi Kur’an’ın kendi bütünlüğü, ikincisi Sünnet’in kendi bütünlüğü, üçüncüsü ise Kur’an Sünnet bütünlüğüdür. Bütünlük tüm parçaların tabiatını belirler, her bir parça dinamik olarak diğer parçalarla ve bütünle bağımlılık içindedir. “Bir parça hakkındaki bilgi ancak bütün hakkındaki bilgiden sağlanabilir.”
Hakikatin bilgisine ulaşmada, onu anlayıp uygulamada mutlak referans kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir.