29 Aralık 2016 Perşembe

Modern Dünyada İnsana Bakış


Modernite, kendinden önce mevcut bulunan tüm ontolojik ve epistemolojik anlayışları değiştirmekte, bunun neticesinde de bilim anlayışından siyasete, ekonomiden topluma birçok alanda medeniyetleri kadim geleneklerden koparmakta ve uzaklaştırmaktadır. Modernizmin etkisiyle Hıristiyanlık anlayışı ölümden sonraki cennet hayalini dünyada kurmaya çalışmış, modernite ise bu uğurda insanları bir tür ateizme (inançsızlığa) yöneltmiştir.
Bugün de bu anlayışlar söz konusu hedefini hızla gelişen iletişim teknolojileri ve kapitalizm zihniyeti ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bilginin kaynağı olarak sadece insanı gören bu zihniyet hiçbir değer tanımadan sadece ve sadece insan aklını kullanarak kutsamaktadır. Fakat insana dünyada cenneti vaat eden bu zihniyet zaman içerisinde insanın bizatihi kendisini de esir alan bir yapıya bürünmektedir. Bugün dünyanın her coğrafyasında hızla artan cinnet vakaları, intiharlar bu durumun en açık sonuçlarındandır. Dünya genelinde daha fazla dile getirilmeye başlanan post modern söylemler modernitenin bu sorunlarına çözüm olmaya çalışmakta, fakat kapitalizmin ve medyanın gösterişli dünyasının içinde bu çabalar pek etkili olamamaktadır.
Geleneksel iktisat modern dünyanın inşası sürecinde insan tanımını “Homo Economicus” üzerinden yapmıştır. Homo Economicus maddi tatmin için maksimum faydayı hedefleyen iktisadi bir insan tiplemesidir. Bu insan tiplemesinin aksiyomları olan tam bilgiye sahip olma, seçici olma, doyumsuz olma, tercihlerinde tutarlı olma, bencil olma ve rasyonel olma, modern dünyanın insanını tamamen bireysel menfaatine yönelik hedefleri olan bir fert olarak tasavvur etmektedir. Bu anlayışa göre bireyler sadece kendi menfaatlerini maksimize etme hedefi ile yaşamaktadırlar.
Modern dünyada insan bir yanıyla doğasından koparılıp nesneleştirilmekte, diğer yanıyla bizzat kendisi bu nesneleştirmenin etkisiyle sadece kendini merkeze almakta ve dünyayı kendi mülkü gibi görüp ona göre bir hayat tasavvur etmekte ve bunun için savaşmaktadır. Bu tutum da son derece yaygınlık kazanmakta ve tüm insanlığı tehdit eder hale gelmektedir. Böylece modernizm ve geleneksel iktisat anlayışı insanı ve toplumu sadece kendi menfaatine yöneltmekte, bencilleştirerek ifsat edip insanlıktan ve insani hasletlerden uzaklaştırmakta ve geleceği karartmaktadır.
Modernitenin ve geleneksel iktisadın insanı ve toplumu ifsat etmesinin bir örneği bu yazı üzerinde duracağımız, geleneksel iktisadın bir izdüşümü olan iş dünyasındaki “insan kaynakları” kavramsallaştırması olacaktır.
Temelde ülkelerin savunma sanayi ve iş dünyasının daha hızlı üretim yapması amacıyla geliştirilen iletişim teknolojileri sayesinde hayat da değişime uğramaktadır. İnsanların alışkanlıkları, toplumların tepkileri, şirketlerin organizasyonel yapıları, ulus aşırı şirketlerin yönetimi, hatta insan ilişkileri özellikle 20. yüzyılla birlikte baştan sona dönüşmektedir. Hayatın bütünü sadece ana hatlarıyla değil tüm ayrıntılarıyla değişmektedir. Kapitalizm ve iletişim teknolojilerinin yeni yeni neşvü nema bulduğu coğrafyalarda bu değişim daha net bir şekilde hissedilmektedir.
Kapitalizmin ilk evresi diyebileceğimiz vahşi kapitalizm döneminde yönetici, kadim bilgelikten kopmuş bir biçimde çalışanını insan olarak görmeyen, tabiri caizse köle olarak gören bir vaziyette idi. Fakat zaman içerisinde vahşi kapitalizmden uzaklaşılması, refahın artması, liberal düşüncelerin daha da yaygınlaşması neticesinde, uzaktan yöneten, hiyerarşik sistemin tepesine yerleştirilmiş hükmeden yöneticilerin yerini, çalışanları ile ekip oluşturabilen, hiyerarşinin zincirlerini esnetmiş (zaman zaman da kırmış), hükmetmek yerine yol gösteren yöneticiler aldı. Nasıl ki, ebeveynlerdeki rol değişimi insanların beklentileri doğrultusunda gerçekleşti ise, yöneticilerin rol değişimi de çalışanların beklentileri doğrultusunda şekillendi.
Çalışanların ve şartların tetiklediği bu fitil, yöneticileri etkilediği gibi organizasyonel değişimi de kaçınılmaz kıldı. Bu organizasyonel değişimin kalbinde yatan yapı ise işinin temeline insanı oturtmuş olan eski adıyla “Personel Yönetimi” yeni ismiyle ise “İnsan Kaynakları” birimi oldu.
“Personel yönetimi” olarak adlandırılan bu birimin günümüzde “İnsan Kaynakları” ismini almış olması bile tek başına bakış açısındaki ve yaklaşımdaki değişimi gözler önüne sermektedir. Personel kelimesinin yerini alan “insan” kavramı çalışanların artık yalnızca verilen işi istendiği gibi yerine getiren bir işçi olmadığının, aksine kendi fikirleri, tarzı, kendi hayatı olan varlıklar olduğunun kabulünü göstermektedir. Çalışana yaklaşımın kırılması ve değiştirilmesi personel sözcüğünün yerine insan ibaresinin konulması bir açıdan ileri bir adımdır. Birey, dünyevi bir yapının hizmetkârı olmaktan da bir kuruluşa mahkûm olmaktan da nispeten sıyrılmakta ve hak ettiği şekilde, varlıkların en şereflisi olarak yaratılmış olan “insan” ifadesini tekrar kazanmaktadır.
            Son yıllarda personel yönetimi kavramından İnsan Kaynakları kavramına geçişle birlikte insan tekrar kendine gelmiş ve insanın değerini bulma noktasında mesafe alınmıştır. Ancak daha önceki yazılarımızda “insan kaynakları” kavramına yaptığımız eleştiriler göz önünde tutulursa, görülecektir ki hala alınacak çok mesafe vardır. Çünkü insan hala Batının iktisadi insan modeline uyarlanmış bir şekilde “kaynak” olarak görülmektedir. İnsanın bir kaynak olarak algılanması ise medeniyetimizin insan anlayışına zıt bir düşüncedir.

Hakikat ve geleneğin ışığında bugün insanı yeniden ele almanın zamanı gelmiştir. Bu noktada doğuştan kazandığı “eşrefi mahlukat” olma halini sürdüren insan, hayattaki yolculuğunda yeni bir evreye gelmiş ve “insan değerdir, değerlidir” üzerine bina edilmiş “İnsan Değerleri” kavramının önü açılmıştır.

TÜRKİYE’DE KATILIM BANKACILIĞI FİKRİNİN DOĞUŞU VE KAVRAMSAL ÖNEMİ (MAKALE)


ÖZ
Bu çalışmada Katılım Bankacılığının bugüne kadar geçirdiği tarihsel sürece değinilerek “Katılım Bankası” kavramının bu süreçteki yeri, mevzuata girişi ve işlevsel konumu üzerinde durulmuştur. Katılım Bankası kavramsallaştırmasının Türkiye’ye özgü bir isimlendirme olduğu vurgusu yapılarak bu isimlendirmenin piyasa üzerinde taşıdığı kavramsal öneminin altı çizilmiştir. Katılım Bankaları, Özel Finans Kurumu olarak adlandırıldığı dönemde faizsiz bankacılık hizmetlerinde bir takım sıkıntılar yaşanmıştır. Bu yüzden “banka” takısının kaldırılması ile aynı sıkıntıların yaşanmaması gerektiği tartışılmıştır. “Banka” isimlendirmesinin faizsiz finans sektörüne sağladığı katkının üzerinde durulmuş ve Katılım Bankası kavramının, kar/zarara katılım üzerinden yapılan finansal hizmetleri doğrudan yansıttığı belirtilmiştir. Bu bağlamda Katılım Bankası kavramının sürdürülmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Bu makale İSLAM EKONOMİSİ VE FİNANSI DERGİSİ, Cilt 2 Sayı 1 2016 yılında yayınlanmıştır.
Kaynak Gösterimi APA: Hazıroğlu, T . (2016). Türkiye’de Katılım Bankacılığı Fikrinin Doğuşu Ve Kavramsal Önemi. İslam Ekonomisi ve Finansı Dergisi (İEFD), 2 (1),  119-132.

27 Aralık 2016 Salı

DÖRDÜNCÜ DÜŞÜNCE DALGASI


“Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Ve siz onların yapmış olduklarından sorulmazsınız.” (Bakara, 2/141).
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran, 3/104).
“…Ve Allah; emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 12/21).
Tarihi ve sosyolojik olarak yeni bir toplumsal hareket oluşturacaksak, öncelikle İslam dünyasının son asrındaki İslam düşünce akımlarını ele almakta fayda var. Ancak konuya tam olarak girmeden önce şunu belirtmek gerekir. Tarihi ve sosyolojik olarak Türkiye önemli bir yere sahiptir. Bunun asıl nedeni onun Osmanlı’nın bakiyesi olması, bağımsızlığını bir şekilde koruyarak sömürge olmaması ve aydınının da bunun etkisiyle nispeten daha bağımsız bir zihne sahip olmasıdır. Tabii ki, bu durumu üstünlük (başlık, abilik, reislik vb.) taslamak için değil aksine daha fazla sorumluluk ve daha çok çalışmak için vazife olarak görmek gerekir. Bu açıdan Türkiye’nin düşünce tarihini biraz daha yakından incelemekte yarar var.
Fetret dönemi toplumlarının kendine has bir sosyolojik yapıları olduğu açıktır. Bu tür toplumlarda krizden çıkmak için bir takım siyasal, ekonomik ve toplumsal arayışlar gündeme gelir. Bu arayışlar genelde iki ana eksende gelişir. Geçiş dönemi toplumlarının bu halini Türkiye üzerinden okuyacak olursak durum çok da farklı değildir.
Bu iki ana eksenin buradaki kavramsal karşılığına, her ne kadar durumu tam olarak izah etmese de, Batıcılık ve Doğuculuk (Muhafazakarlık) diyebiliriz.
Batıcılık
Yabancıya özenme akımı olarak doğan Batıcılık mevcut durumdan kurtulmanın yolu olarak Batıyı ve Batılı değerleri görür ve ona öykünür. Doğal olarak da toplumun tarihini, kültürünü, geleneklerini yok sayar; hatta engel olarak, ayak bağı olarak görür. Böylelikle topluma ait değerler terk edilir ve yabancı değerlerle buluşulmaya çalışılır. Bu akım Osmanlı’nın son döneminde Batıda o anda baskın olan Fransız devriminin etkisiyle Fransa üzerinden gelmiş ve bizi etkilemiştir. Öyle ki, devlet adamları ve aydınlar Fransa’da okumak, orada yaşamak için çabalamış ve adeta yarışa girmiştir. Ayrıca devletin resmi okullarında Fransızca zorunlu ders olarak okutulmuştur. Batılılaşma diyebileceğimiz bu akımın öncülerinin örnek aldıkları ve peşinden koştukları bugün bile Batıya rağmen Batıdır (liberal, kapitalist, sosyalist vb.).
Aslında bu durum tam bir yabancılaşmadır. Hem insanın kendine yabancılaşması hem de toplumun kendine yabancılaşması. Yabancıya özenmenin nihai sonucu yozlaşma, başkalaşma ve yok oluş olduğu gibi, Batıcılığın sonu da intihardır.
Doğuculuk (Muhafazakarlık)                                                                                   
Tarihe sığınma akımı olarak doğan Doğuculuk (Muhafazakarlık) mevcut durumdan kurtulmanın yolu olarak tarihi ve tarihteki kahramanları görür ve ona öykünür. Diğer ana akıma göre daha yerli ve millidir. Tarihten ve tarihi kahramanlardan güç almak yerine adeta onları yaşatmaya çalışır. Bu akım krizden çıkma mücadelesi vermesi gerekirken savunmacı bir dil ve üslupla kendini ve tarihini kutsayıp yaşatmaya gayret eder.
Tarihe sığınma da değişik bir yabancılaşmadır. Bu durum, bir bakıma zamana ve bugüne yabancılaşma, bugünden kaçmadır. Oysa tarihin ve toplumsal olayların bir kanunu vardır. Onu anlamazsak o kanun bizi çarpar.
Son iki asırdır İslam dünyasının yöneticileri yönünü Batıya çevirmiş, kendi olmaktan, kendi değerleri üzerinden varoluşunu sürdürmekten vaz geçmiştir. Aydınların Batılılaşma macerası Nizamı Cedid, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet süreçleri ile birlikte bugüne kadar devam etmiştir. Bu çerçevede geliştirilen bütün reform ve yenilik hareketleri bizi Batılı yapmamış, ancak bazı Batılı değerleri bünyemize taşımıştır.
Düşünce Dalgaları
Son iki yüzyıldır, İslam aleminin yaşadığı sıkıntı ve bunalımlar sonucu düşünce ekollerinde duraklamalar ve gerilemeler oldu. Batı karşısında kendine ve değerlerine olan inançlarını, güvenlerini kaybeden Müslümanlar, büyük bir psikolojik yenilgi yaşadılar.
Yaşanan bu süreçle birlikte maalesef sığlık ve taraftarlık çoğaldı, fikriyat ve düşünce irtifa kaybetti. Büyük fikirler, büyük düşünceler, büyük iddialar kayboldu. İktidar ve sermaye etkisiyle yozlaşma, ikbale koşma ve dünyevileşme arttı. İnsanlar niçin var olduklarını ve nereye gideceklerini adeta unuttu.
Oysa Müslümanların psikolojik özgüvenlerini yeniden kazanıp bir ihya ve tecdit sürecine girmeleri gerekirdi. Maalesef bunu tam olarak başaramadılar. Bütün bu olumsuz gidişatın ve gelişmelerin yanında tabii ki özgüven sahibi ve onurlu duruşlar zaman zaman gözlendi. Ancak bunlar doğal olarak yetersizdi ve yeniden ihya için ateşleme görevini ifa etmekten de uzaktı. Oysa hem geleneğe yaslanıp ondan güç alan hem de günümüzü, çağımızı anlayıp kavrayan ve geleceğe yönelen yeni düşüncelere, yeni fikirlere ihtiyaç var.
Dünya ve insanlık için meydan okuyan büyük anlatılara, büyük ve kurtarıcı fikirlere, umut ve heyecan veren düşüncelere ihtiyaç var. O yüzden öncelikle yeni bir düşünce ve fikriyat ekolü oluşturmak gerekir. Oluşacak olan bu ekol kendi içinde bir geleneğe yaslanmalı ve o gelenek üzerinden bugüne taşınmalı ve yenilenmelidir.
Düşünce ve fikriyat ekolünü oluşturma konusunda bazı ustalar yolumuzu aydınlatıyor. Bu ustalar; kurtuluş kavgası veren Mehmet Akif, varoluş ve referans kavgası veren Necip Fazıl ve medeniyet kavgası veren Sezai Karakoç’tur.
İslam dünyasının genel düşünce çizgisini Osmanlı ve Türkiye üzerinden okuyacak olursak yaklaşık tablo şudur. İslamcı düşünce bugüne kadar tarihi ve sosyolojik olarak üç dalgadan oluşmaktadır: 1. Kurtuluş, 2. Varoluş, 3. Diriliş.
Bu üç düşünce dalgasını ayrı ayrı analiz etmek gerekir.
I.                   Birinci Düşünce Dalgası: Kurtuluş
Birinci düşünce dalgası olan Kurtuluş, Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan, o koşullarda kurtuluş/yok oluş kavgasının verildiği ölüm kalım savaşından doğan bir dalgadır. Osmanlı devleti nasıl kurtulur düşüncesi bu dalgada önemli ve baskın bir rol oynamıştır. Özellikle hikmet ve sıratı müstakim arayışları bu sürecin temel taşlarıdır. Büyük bir kurtuluş ve varoluş/yok oluş kavgası veren birinci düşünce dalgasının aydınları cumhuriyetin kuruluşunu ve son yüzyılı derinden etkilemişlerdir.
Bu düşünce dalgası nispeten Batının etkisinde kalmış ve bazı konularda onun örnek alınması gerektiğini ileri sürmüştür. Batının gelişmişliği, tekniği vb. özellikleri bu düşünce dalgasını etkilemiştir. Bu dalgada Batının maddi medeniyetini takdir ve örnek alma, manevi medeniyetini ise eleştirme ve örnek almama göze çarpar. Ancak o dönemin şartları düşünülürse bunu mazur görmek yerinde olur. Zira tarihi ve sosyolojik olarak girilen süreçte oluşan iki ana akımdan biri olan ve devletin desteğiyle genel olarak daha baskın gözüken Batılılaşma akımının bu dalgaya etkisi yüksektir. Üstelik o günlerde Batının gerçek yüzü (ötekini insan görmeme, çifte standartlı tutum alma, insani değerleri istismar etme, ırkçı, dinci ve sömürgeci davranma vb.) bugünkü kadar açık ve net olarak ortaya çıkmamıştı. O yüzden bu durumu anlayışla karşılamak gerekir.
Bu kurtuluş/yok oluş kavgasında Mehmet Akif başat rol oynamıştır. Mehmet Akif’in yanında Filibeli Ahmet Hilmi, Said Halim Paşa vb. aydınlar birinci düşünce dalgasının ileri gelenleri olup, fikriyatın gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır.
II.                İkinci Düşünce Dalgası: Varoluş
İkinci düşünce dalgası olan Varoluş, tam anlamıyla bir varoluş kavgası olup aynı zamanda bir inşa sürecinde verilen mücadeledir. Bu mücadelede arka planda, “Referans İslam’dır,” anlayışı egemendir. Büyük bir dejenerasyon ve kendini inkar üzerinden gelişen Batıya yönelmeye ve yabancılaşmaya karşı verilen “Büyük Doğu” kavgası tam da budur. Bir açıdan bu dalga cumhuriyetin inşa sürecinde Batılı değerlerin hakim kılınması çabası ve onun oluşturduğu tartışmalar (kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, komünizm, laiklik, kemalizm vb.) karşısında “Bu da var, çare İslam’dır,” diye haykıran bir meydan okumadır.
Bu düşünce dalgasının başını çeken Necip Fazıl’ın yanında Nurettin Topçu, Said Nursi vb. aydınlar ile bazı hocalar da fikriyatın gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır. Özellikle de Nurettin Topçu’nun yerlilik, millilik ve Anadoluculuk kavgası ile Said Nursi’nin Batıcılığa ve pozitivist anlayışlara karşı verdiği iman kurtarma mücadelesini unutmamak gerekir.
III.   Üçüncü Düşünce Dalgası: Diriliş
Üçüncü düşünce dalgası olan Diriliş, tam bir yeniden doğuş kavgasıdır. Bu dalga ile ötelere ait olan diriliş adeta bu dünyaya taşınmış ve bu dünyada da diriliş olabilir, İslam da insanlık da, medeniyet de yeniden dirilebilir denilerek umut tazelenmiş ve “diriliş davası”nın temelleri atılmıştır.
Diriliş dalgası, kurtuluş ve varoluş dalgalarını daha ileri taşımış, sistemleştirmiş, bütünleştirmiş ve medeniyet boyutuna getirmiştir. Batıya, doğuya, kuzeye ve tüm dünyaya karşı sistem bütünlüğü içinde bir çözüm geliştirmiştir. Bu düşüncede yeniden kurtuluşun, yeniden dirilişin mümkün olacağı fikri baskın olmuş ve umutlar yenilenmiştir.
Bu düşünce dalgasının mimarı olan Sezai Karakoç bu fikriyatı birer birer örmüştür. Bu dalganın isimlendirmesinde ve etkisinde Sezai Karakoç doğal olarak temel aktör olmuştur. Bu ustanın etrafında yetişen veya ondan etkilenen Nuri Pakdil, Rasim Özdenören vb. aydınlar hem Diriliş dalgasından etkilenmişler hem de bir şekilde onu etkilemişlerdir.
Yeni Düşünce Dalgası İhtiyacı
Bütün bu düşünce dalgalarının ilişkileri sürekli birbirini etkileyen, besleyen, geliştiren ve ileriye taşıyan biçimde gelişmiştir. Söz konusu düşünce dalgaları birbirinin devamı, tamamlayıcısı ve aynı zamanda haber vericisidir. Bu bir bakıma “Yarına yöneliş ve yenilenme ilahi bir yasadır,” gerçekliğinin tezahürüdür.
Geleneği diğer bir deyişle öz ve temel değeri koruyarak yaratıcı bir zihinle yenilikçi ve keşfedici bir çabayla fikriyatın yeniden üretilmesi tarihsel olarak bir zorunluluktur. Bu vazife takatimiz oranında hepimizi bağlayan bir sorumluluktur.
Evet, gerçek anlamda köklerini, özünü ve temel değerlerini koruyan devrimci bir harekete ihtiyaç vardır. Biz buna geleneğin özünden ve kökünden beslenip neşet ettiği ve büyük bir dönüşüm hedeflediği için “Gelenekli Devrimcilik” diyoruz. Bu gerçeklerin ışığında yeni bir düşünce dalgası kaçınılmaz görünmektedir. İşin açıkçası, bu ustaların öncülüğünde geliştirilen bu üç düşünce dalgası üzerine bina edilmiş, onlardan izler taşıyan ancak kendisi olan yeni bir düşünce dalgası gelmektedir. Biz buna dördüncü düşünce dalgası diyoruz.
IV.    Dördüncü Düşünce Dalgası: Yüceliş
Yüceliş felsefesinin özü geniş ve derin anlamda üç temel üzerine oturur: Bunlar insanca varoluş, yürüyüş ve yüceliştir. Ancak dar ve basit anlamda konuyu ele alacak olursak söz konusu üç düşünce dalgası olan kurtuluş, varoluş ve diriliş dalgalarından sonra oluşan yüceliş dalgası yeni düşünce dalgası olarak kapıya dayanmıştır.
“Yüceliş felsefesi” üzerine bina edilmiş bu dördüncü düşünce dalgasına özünü ve sürecini ifade açısından “Yüceliş dalgası” diyoruz. Geçmişteki düşünce dalgalarının zirvesi, bundan sonrakilerin de kaynağı olan Diriliş düşünce dalgasından neşet etmiş olan Yüceliş, henüz fark edilmemiş ve isimleşmemiş bir dalgadır. Ancak bu dalga şimdiden birçok işaret vermektedir.
Dördüncü düşünce dalgası olan Yüceliş, geleneğin özünü koruyacak ve onu bugüne taşıyacaktır. Öncekiler gibi bir kişinin mahareti ile değil (çünkü böyle bir kişi yoktur) bir topluluğun, bir kadronun çabası ile kendini hissettirecektir. Dördüncü düşünce dalgası, bu üç düşünce dalgasının izini süren ve o ustaların fikriyat geleneğinden gelen Müslüman aydın bir kadro tarafından oluşturulacak, geliştirilecek ve yaygınlaştırılacaktır. Bu düşünce dalgası İslam alemini olduğu gibi batıyı, doğuyu, kuzeyi ve güneyi daha iyi ve daha yakından tanıyacaktır. Kendini daha özgün kılacak ve daha kendisi yapacaktır.
Bugüne kadar söz konusu düşünce dalgalarının İslam Birliği tanımında baskın karakter düşünce birliği olmuştur. Öyle ki, zaman zaman düşünce birliğini sağlamak için mezheplerin birleştirilip tek bir mezhebe dönüştürülmesi gibi tartışmalar dahi yapılmıştır. Oysa dördüncü düşünce dalgası farklı düşünceleri bağrında taşıyan, herkesin ve her eğilimin kendisi olarak var olup yer aldığı “birliktelik” anlayışı üzerine kurulu bir “birliği” esas alacaktır.
Dördüncü düşünce dalgası, yeni yapılanmanın temellerini atacak, materyalizmin kıskacına sıkışmış insanlık ve dünya için umut tazeleyecek, imkan kapılarını aralayacak ve yaratıcı bir atmosfer oluşturacaktır.
Dördüncü Düşünce Dalgasının Temel Özellikleri:
Ø  Birlik, bütünlük ve süreklilik içeren bir fikriyat olmak,
Ø  Bir topluluk tarafından oluşturulmak,
Ø  Tarihi ve sosyolojik esaslara dayanmak,
Ø  Geleneğin özünü koruyup ona yeni bir halka ilave etmek,
Ø  Daha özgün ve daha kendi olmak,
Ø  Birlik anlayışıyla herkesi ve her eğilimi kuşatmak,
Ø  Bugünkü insana dokunup onu harekete geçirmek,
Ø  Yaygın bir toplumsal harekete baz teşkil etmek,
Ø  İslam alemini birleştirecek ve enerjisini açığa çıkaracak bir birlik şuurunu tetiklemek,
Ø  Batının vicdanını ve fıtratını tetikleyecek bir insanlık dil ve üslubunu kullanmak,
Ø  İnsanca varoluşun temelleri olan ahlak, ihsan ve erdem değerlerinin hayat bulmasına ve insanlığı kuşatmasına zemin hazırlamak,
Ø  Gelecek, insanlık ve dünya için yeni bir umut, heyecan ve iklim oluşturmaktır.
İnsanlığın ve dünyanın yeniden kuruluşu yolunda kurtuluş kavgası veren Mehmet Akif, varoluş/referans kavgası veren Necip Fazıl ve medeniyet kavgası veren Sezai Karakoç’un temellendirdiği ve bu günlere taşıdığı düşünce dalgalarını güncelleyip yeniden oluşturmanın ve yeniden yapılandırmanın ve dördüncü düşünce dalgası olan Yüceliş’e evirmenin zamanı gelmiştir.
Evet, dördüncü düşünce dalgası üzerinden neşet etmiş, yeni bir zihinle yeniden tasarlanmış yeni ve özgün bir kurtuluş hareketi oluşturmanın vakti gelmiştir.
Evet, devrimci bir “kurtuluş hareketi” ihya, inşa ve imar etmenin vakti gelip de geçmektedir.
Evet, Yüceliş’in vakti gelmiştir.
Evet, kurtuluş, varoluş ve diriliş düşünce dalgaları üzerine bina edilmiş “Yüceliş” doğmuştur.