30 Mart 2016 Çarşamba

İnsan; Kaynak mı Değer mi?

Büyük bir değişim içerisindeyiz. Toplum olarak, bireyler olarak, şirketler, organizasyonlar olarak değişiyoruz. Değişimin başını çeken lokomotif teknoloji elbette ama takip eden vagonlar sadece teknoloji ile direkt ilintili olanlar değil. Hayatın bütünü değişiyor; ana hatlarıyla değil, tüm ayrıntılarıyla.
Tüm bu teknolojik gelişmelerin üretimi ve şirketlerin işleyiş biçimlerini etkileyecek olması öngörülebilir bir durum idi. Öngörülmesi zor olan ise bireylerin rollerinde yaşanan değişim. Ebeveynlerin rolleri, yöneticilerin rolleri, çalışanların rolleri artık eskisinden çok daha farklı. Çünkü artık beklentiler farklı. Yüzde yüz koruma sağlayan, her türlü fizyolojik ihtiyacı gideren hatta oğullarına “baba mesleği”ni miras bırakan ebeveynlerin yerini korumadan ziyade özgürlük veren ve seçim hakkı tanıyan ebeveynler aldığı gibi; “uzaktan” yöneten, hiyerarşik sistemin tepesine yerleştirilmiş, hükmeden yöneticilerin yerini, çalışanları ile ekip oluşturabilen, hiyerarşinin zincirlerini esnetmiş (zaman zaman da kırmış) hükmetmek yerine yol gösteren yöneticiler almış vaziyette. Nasıl ki ebeveynlerdeki rol değişimi çocukların ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşti, yöneticilerin rol değişimi de çalışanların ihtiyaçlarının, beklentilerinin değişimi ile şekillendi.
DEĞİŞEN ORGANİZASYONA UYUM
Çalışanların tetiklediği bu fitil, yöneticileri etkilediği gibi organizasyonel değişimi de kaçınılmaz kıldı. Bu organizasyonel değişimin kalbinde yatan yapı ise işinin temeline insanı oturtmuş olan eski adıyla “Personel Yönetimi” yeni ismiyle ise “İnsan Kaynakları” birimi oldu.
İlk olarak Plato'nun bir devletin en az dört ya da beş kişiye ihtiyacı olduğuna dair fikri ile ortaya çıkan iş bölümü (division of labor) düşüncesinin Adam Smith ve Durkheim tarafından yorumlanması ile çok farklı bir hal alması sonucu üretim, basit bir iğnenin üretimi söz konusu olduğunda dahi parçalara ayrıldı. Tek bir ürün için farklı işler yapan birçok çalışanın gerekmesi o zamanki adı ile “personel yönetimi” fonksiyonuna ihtiyaç duyulmasına yol açtı. Özellikle Sanayi Devrimi'nin başlarında, çalışanların yaptıkları işlere yabancılaştırıldığı üretim tarzını benimsemiş şirketlerde işçilerin istihdamı ve ücretlerinin ödenmesi ile sorumlu olan bu yapı, hizmet sektöründe dahi çok farklı bir işlev görmemekteydi.
O dönemde “personel yönetimi” olarak adlandırılan bu birimin günümüzde “İnsan Kaynakları” ismini almış olması bile tek başına bakış açısındaki ve yaklaşımdaki değişimi gözler önüne sermektedir. Personel kelimesinin yerini alan “insan” kavramı çalışanların artık yalnızca verilen işi istendiği gibi yerine getiren bir işçi olmadığının, aksine kendi fikirleri, tarzı, kendi hayatı olan varlıklar olduğunun kabulünü göstermektedir. Charlie Chaplin'in Modern Zamanlar filminde aynı yöne koşan koyunlar ile fabrikaya giren işçileri aynı karede gösteren sahneyle çok güzel özetlenmiş olan o dönemdeki çalışana yaklaşımın kırılması, değiştirilmesi de personel sözcüğünün yerine koyulan insan ibaresi ile çok güzel ifade edilmiştir. Birey, dünyevi bir yapının hizmetkarı olmaktan da bir kuruluşa mahkum olmaktan da sıyrılmış ve hak ettiği şekilde, varlıkların en şereflisi olarak yaratılmış olan “insan” ifadesini tekrar kazanmıştır.
Bu değişiklik sadece personelin insan olarak ifade edilmesi ile sınırlı kalmamıştır. “Yönetim” de yerini “kaynak”a bırakmıştır. Burada da personel kelimesinin değişimindekine benzer çıkarımlarda bulunulabilir. Değişen bu ifade ile insanın araç olmaktan çıkarıldığı ve süreçlerin olmazsa olmazı haline getirildiği savunulabilir. Fakat madalyonun öbür yüzü çevrildiğinde kaynak ifadesinin insan için kullanımının içerisinde barındırdığı tehlikeler fark edilecektir.
BİR KAYNAK OLARAK 'İNSAN'
Kaynak kelimesinin kelime anlamına baktığımızda bir mal ve hizmet üretmek amacıyla ürünün yapısına doğrudan ya da dolaylı katılan üretim faktörleri olarak açıklandığını görüyoruz. İnsanı üretim faktörlerinden biri olarak nitelemek zihnin derinlerindeki bir 'pas'a işaret eder. Bu, bir bakıma insanı evrenin merkezine yerleştirmiş, eşref-i mahlûkat ilan etmiş ve her şeyi hizmetine sunmuş İslami felsefenin karşısına kapitalist zihniyetin sermayeci argümanlarını dikmektir. Bir organizasyonun herhangi başka bir biriminde bu ifadeyi kullanmak sakıncasız olabilse bile, işi insan olan bir birimin insanı bu şekilde ifade etmesi ve bu bakış açısı ile muamele etmesi insan için yapılıyormuş gibi görünen tüm faaliyetlerin içini boşaltacaktır. Bir projenin yönetilmesinde çalışanlar işgücü olarak nitelenip diğer kaynaklar gibi değerlendirilebilse de, herhangi bir “İnsan Kaynakları” faaliyetinde bu tarz yaklaşımın benimsenmesi “hak” kavramını zedeleyecektir. Bir üretim faktörüne indirgenen insanın hakları da bu yaklaşımla arka plana atılma tehlikesi ile karşı karşıya gelecektir. Oysa Kuran'da birçok yerde çalışanın haklarına riayet edilmesi gerektiği ve Allah'ın haksızlık edenleri sevmediği ifade edilmektedir.
Kaynak kelimesinin kullanımının bir diğer sakıncası da tek tipleşme tehlikesine yol açmasıdır. Kaynak ifadesi ürün odaklı bir ifade olmasından dolayı çalışanı arka plana itmektedir. Personel kelimesinin insan ibaresine dönüştürülmesi ile verilen özgürlük alanı, bireyin kendini gerçekleştirebilme fırsatı kaynak ifadesi ile tekrar sınırlandırılmaktadır. Çalışan tekrar sürecin girdisi haline getirilip standartlaştırılmakta ve birbirinden farklı olan insanların farklı olma haklarına saygı gösterilmemektedir.
Diğer yandan, bu dünyanın bütün insanlara ait olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Şayet hakka riayet etmekten bahsediliyorsa yeryüzündeki tüm insanların haklarına riayet etmekten bahsedilmelidir. Bir yazarın da ifade ettiği gibi her insan bir Nuh Gemisi'dir. Gerek somut anlamda gerekse soyut anlamda dünyanın ufaltılmışı olan insanın hakkı; yaşı, cinsiyeti ya da statüsü ne olursa olsun gözetilmelidir. Bu perspektif, yalnızca çalışanların değil; şirket sahiplerinin de hakkının gözetilmesini gerektirir ki bu da “İnsan Kaynakları” fonksiyonunun görevidir ve kararlar verilirken bu da göz önünde bulundurulmalıdır. Daha geniş açıdan bakıldığında ise gerçek anlamdaki dünya düzeninin sağlanması küçük dünyalar olan insanların iç düzenlerine; bu da kişinin zamanının büyük bir kısmını harcadığı iş hayatının düzenine bir silsile sonucu bağlanmaktadır. Bu bağlamda iş hayatı (geniş anlamda dünya hayatı) tüm çalışanların, tüm paydaşların yani kısacası tüm insanların faydalarını gözetecek şekilde yapılandırılmalıdır. Bu yapılandırma teşebbüslerinde uygulanan çalışanların tasnif edilmesi, yetenek havuzları, performans ölçümleri ve benzeri faaliyetler genel olarak çalışanların denetlenmesi, kontrol edilmesi olarak algılansa da altında yatan üç sebep vardır.
YENİDEN YAPILANMANIN ÜÇ HEDEFİ
Birincisi yapılan işin kaliteli ve verimli bir şekilde yapılmasını sağlamaktır ki gerek müşterilerin gerekse ortakların haklarının korunması için zaruridir. Diğer taraftan, çalışanlar arasındaki adaletin sağlanması için de bu tarz faaliyetlerin gerçekleşmesi gerekmektedir. Eşitlik sağlamak adaletin gerçekleşmesini engelleyeceği için, adil tavır zaman zaman eleştiri alsa da öncelik adalet olmalıdır. Yani, tüm bu faaliyetler insanı kaynak görerek yapılandırılmış bir kaynak değerlendirme işlemi olarak değil, değerlerin gereken özeni görebilmeleri için yapılan paha biçme, kıymet takdir etme sürecidir. Son olarak da bu tasnif ve uygulamaların insanların farklı olduklarının kabulünün bir sonucu olduğu söylenebilir. Amaç her insanın doğuştan kazandığı doğal hakları unutmadan yeteneklerine göre bir işte çalışmasının sağlanmasıdır ki kişiye kaldıramayacağı yükü yüklememek için ihtiyaç duyulan uygulamalardır.
Sonuç olarak, son zamanlardaki ihtiyaç ve beklenti değişimi organizasyonların çalışanlarına yaklaşımını olumlu anlamda değiştirmiş olsa da bu konuda faaliyet gösteren birimlerin isminin içerisinde insanı özünden ve anlamından uzaklaştıran kaynak kelimesinin kullanılmasının tehlikeli boyutları söz konusudur. İnsanın kaynak olduğu ancak bu ifade gelir, kazanç sağlayıcı öğe anlamıyla değil; suyun çıktığı yer, pınar anlamıyla kullanıldığında yani hayatın, bereketin çıktığı yer olduğunda söylenebilir fakat bu kullanım akla ilk gelen anlam değildir ve zihinde olumsuz bir çağrışım uyandırmaktadır. Bu olumsuz çağrışımı silebilmek ve yapılan faaliyetlerin “insan” için olduğu bilincini yansıtabilmek adına insanın kaynak değil değer olduğu vurgusu yapılmalıdır. Bu vurgu ile zihinlerdeki olumsuz çağrışımı giderebilmek için İnsan Kaynakları kavramı yerine “İnsan Kıymetleri” hatta “İnsan Değerleri” kavramının kullanılması insanın layık olduğu konuma ulaşması için atılmış bir adım; hak ettiği değeri korumak ve kollamak için yapılmış daha uygun bir tanımlama olacaktır.
Yeni Şafak, 26.02.2012

Ahlak ve İnsan

İnsan ahlaktan, ahlak da insandan koparılamaz. Ahlak, insanı ideal ve dava sahibi yapar. İnsanı insanlıkla ilgili meselelerle uğraşmaya sevk eder. Ahlak, insanı hür ve bağımsız kılmanın ilk adımıdır. Ahlak, insanı özgürleştiren en önemli vasıftır. Zira ahlakı temel alan bir kimse gerçek özgürlüğüne kavuşmuş olur. Zira kişi, ahlakı temel almakla hem içindeki nefsi duygulara esir olmaktan kurtulmuş olur hem de kendi dışındaki otoritelerden ve fıtrat dışı tutum ve davranışlardan bağımsızlığını ilan etmiş olur.

Ahlak, insanı bir yanıyla gerçek özgür kılar diğer yanıyla da insana karşı oluşan her türlü olumsuzluklarla mücadele için sorumluluk bilinci verir. Ahlakı temel alan bir kişi aynı zamanda vicdanı da temel almış olur. Böylece kişi, yüce gönüllü olmanın ötesinde hem bağışlayıcı hem de insanlık savaşçısı olmuş olur. İnsan, ahlakla buluşup barışınca aslında fıtratla buluşup barışmış olur. Ve böylece direkt Allah'a bağlanmış olur. Böylelikle hem kendi nefsine karşı hem de dış zulümlere karşı isyan hakkını ve görevini elde etmiş olur. Böylece ahlaktan beslenen insan her tür esirlik hareketine karşı isyan bayrağını açmış olur. Nurettin Topçu'nun ifadesiyle söylersek; “Allah'a boyun eğmek, insanın kendi benliğine karşı isyan etmesi demektir.”

AHLAK SORUMLULUKTUR

Ahlak, ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün, hayat prensibini şiar edinmektir. Basit gibi görünen bu şiar, insanın algısını insanca yapmaktan öte aynı zamanda kişiye derin bir iç tutarlık ve dinamizm kazandırır. Bu tutarlılıkla insan büyük bir iç bütünlük sağlar ve içsel yolculukla birlikte büyük bir yüceliş imkanı yakalar. Ahlak, insana her çeşit menfaat ve tutkulara karşı direnme, hatta isyan etme gücü verir. Ahlak, kişinin bizatihi kendisini koruduğu gibi, etrafındaki insanlara karşı kişiye bir sorumluluk hissi verir. Aslında ahlak, bir toplumun sağlıklı ve sıhhatli bir düzen sürmesine yardımcı olur. Zira bir toplumda ahlak yaşanılır kılınırsa o toplumun tüm bireylerinde birbirlerine karşı uyarmalar başlar ve bu durum da sürekli olarak devam eder.

Kant, doğal istek ve ihtiyaçlardan, eğilimlerden kaynaklanan davranışları “ödeve uygun” davranışlar, direkt ahlaktan kaynaklanan davranışları da “ödeve dayanan” davranışlar olarak niteler. Kant, özgürlükten kalkılarak sorumluluğun tesis edilemeyeceğini, aksine, sorumluluk duygusundan kalkılarak özgürlüğün sağlanabileceğini vurgular. Yine Kant, “insanlığı, kendinde ve başkalarında hiçbir zaman bir araç olarak değil, hep bir amaç olarak görecek gibi eyle” diyerek insanlığı bir amaç olarak görmenin altını çizer ve her insanın, insanlığın taşıyıcısı olarak kutsal bir varlık olduğuna işaret eder. Ahlak buyruklarının temeli, insanın insanlığıdır diyen Kant, “yapmalısın, çünkü yapabilirsin”, sonucuna varır.

VİCDANIN EMRİNE GİRMEK

Aslında ahlak, insanın vicdanın emrine girmesi, hem kendini hem de başkalarını insanca yaşamaya ve insan olarak kalmaya davet etmesi ve bunun için çaba sarf etmesi demektir. Ahlak, bir şey beklemeden ve bir şey istemeden kendine, başkalarına, topluma, dünyaya, çevreye, kainata, vb. her şeye sırf insan olarak ve sırf fıtrata bağlı kalarak yapılan bir insanca eyleyiş biçimidir.
Ancak bu eyleyiş biçimi çok kolay bir şey değildir. Bu yolda bir sürü tehlikeler ve tehditler mevcuttur. O yüzden, ahlaklı olmak için bir anlamda bir kahraman, bir ahlak kahramanı olmak gerekebilir.

SERMAYE, İKTİDAR VE ŞİDDET

İnsanın ahlakla imtihanı çok zor bir imtihandır. Bu imtihan üç alanda daha da zor bir hale gelir. Bunlar; sermaye, iktidar ve şiddet alanlarıdır.

Sermaye, Müslüman olsun gayrimüslim olsun maalesef bozucu ve ifsat edici bir özelliğe sahiptir. Çağımızda iyice azan kapitalizm, insanı sermaye tarafında ahlaktan kopararak zalim bir muktedire çevirirken, çalışan tarafında ise bir makine dişlisine çevirerek nesneleşmiş, şeyleşmiş bir kişiliğe çevirmiştir. Böylece her iki tarafta da ahlak yozlaşmakta, gerçek şahsiyetler yok olup gitmektedir.
İktidar, insanları son derece dejenere eden, bozan ve kötü alışkanlıklar kazandıran bir olgudur. İktidar, hem sahiplerini yoldan çıkarıp başkalaştırır hem de iktidarın nimetlerinden faydalanmak isteyen ikbal düşkünü insanları ifsat edip ahlaktan uzaklaştırır.
Keza şiddet de, ahlakı bozucu bir yapıya sahiptir. Hatta şiddet, ahlakı çok önemser gözükürken hem ahlakı yozlaştırmakta hem de canlara mal olacak kadar gözü dönmüş, fanatik, insanlıktan çıkmış ve dogma insanlar üretebilmektedir.

AHLAK DİRENMEKTİR

Sonuç olarak sermaye değer erimesine, iktidar değer yozlaşmasına, şiddet de değer yok olmasına sebep olmaktadır. Bu durum doğal olarak, insanı kendine ve değerlerine yabancılaştırmakta, bizatihi insanı insan olarak kalmaktan uzaklaştırmakta ve başkalaştırmaktadır. Ahlakı korumak ve insanın insan olarak kalma davasını sürdürebilmek ancak bu üç alanda titiz davranmakla ve hatta bu alanlardan uzak durmakla mümkün olabilir. Eğer bu alanlarla ilişkiye bir tür mecbur kalınırsa en azından bir cemaatle birlikte bunu denemek gerekir, diye düşünüyoruz. Zira cemaat, birbirlerini uyaran ve yıkayan eller misali, bir çeşit korunma sağlayabilir. Her İslami hareket gibi her Müslüman da söz konusu şu üç alanda titizlik göstermeli ve kırmızı çizgilere uymalıdır; şiddetten uzak durmak, iktidara mesafeli olmak ve sermayenin ifsadından korunacak tedbirleri almak. Ahlak, insanı insan yaptığı gibi, insana her türlü zorluğa karşı dayanma ve direnme gücü verir. İnsanı umutlu yapar, kutlu yapar.
Aslında, insan ahlaktan ibarettir.

Yeni Şafak, 02.01.2016

Ahlakın Temelleri

Ahlak, dar ve basit anlamıyla bir insanın söz ve davranışlarının uyumu demektir. Kişinin ne söylerse ona uygun davranması ve ne yaparsa ona uygun sözler sarf etmiş olmasıdır. Yani kişinin ilkeli ve tutarlı olmasıdır. Ahlak ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün prensibini edinmek, kısaca özü sözü bir olmaktır. Bu anlamda ahlak, güzel söz söylemek, söylediğini yapmak, yaptığını söylemektir.
Ahlak, geniş ve derin anlamıyla da daha başka ve öz anlamlar kazanır. Ahlak kelimesinin kökeni Arapça “hulk” kelimesinden gelmedir. Arapça “halak” kelimesi Allah’ın geniş anlamda her şeyi yaratışını, “hulk” kelimesi ise özelde “ruh”u yaratışını ifade eder. Ruhu yani insanın gerçek özünü yaratışını ifade eder.
Ahlak bir açıdan “hulk” kelimesinin çoğuludur ve huylar, seciyeler anlamına gelir. Dolayısıyla gerçek ve derin anlamda ahlak, insanın “hulk” üzere, yaratılış üzere olmasıdır. Başka bir ifade ile geniş anlamda ahlak, kişinin yaratılış üzere fıtrat üzere olması demektir. Gerçek ahlak dediğimiz de budur.
Ahlakın önemi
Bir açıdan ahlak, kişinin yaratılışta verdiği söze samimiyetle ve içtenlikle bağlı kalması demektir. Yani kişinin yaratılışa sadık kalması, “sıddık” olması demektir.
Her halde gerçek ahlak, ‘kalu bela’da bütün ruhlar olarak verilen söze sadık kalmak, “Sen bizim Rabbimizsin” diyerek kazanılan Müslüman olma halini sürdürebilmektir.
Kişinin ahlakı dışarıdan bir başka kişinin veya olgunun etkisiyle oluşabilecek bir şey değildir. Söz de davranış da kişinin kendi içinden gelmeli ve hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin etkisi ve baskısı altında kalmadan sadır olmalıdır. Hem söz hem davranış kişiden bilerek ve isteyerek, samimiyetle ve içtenlikle gelmelidir.
Eğer kişi bir başkasından çekindiği veya bir beklenti içinde olduğu için söz ve davranış üretiyor ve bunların uyumu için çalışıyorsa bu gerçek ahlak sayılmaz. Bu durumda gerçek bir öz ahlaktan bahsedilemez. Olsa olsa korku, çıkar, vb. nedenlerle yozlaşmış veya gösterişe dönüşmüş bir ahlak söz konusu olabilir.
Bir açıdan da ahlak, eşrefi mahlukat olan yani yaratılmışların en şereflisi olan insanın bu şerefi taşımasıdır. Bu şerefi daha yukarılara taşımak yani kamil insan olmak insanı yüksek ahlaka yani “güzel ahlak”a götürür. Yüksek ahlak kişiyi yükseltmekle bırakmaz aynı zamanda olgunlaştırır. Olgunlaşan insan artık her koşul altında hayatın bütününe ve her anına ahlak üzerinden bakar. Ve kişi kendi hayatını ve alanını ahlaki temelde inşa eder.
Yüksek ahlak
Sonuçta ahlak, insanın ‘kalu bela’da verdiği söze sadık kalmasıdır. Ancak bu bağlı kalış gönülden, samimi ve inanarak olmalıdır. Bu açıdan ahlak tam bir sıddık oluştur.
Ahlak, bir insan için en büyük kurtuluştur. Yüksek ahlak, güzel ahlak güzel insanlara mübarek insanlara yaraşır. Aslında hayat güzel ahlak peşinde koşmaktır. Peygamberimiz “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyerek bize ve insanlığa en özel ve etkili mesajını vermiştir.
Bir de insanın yaratılıştan kazandığı şerefini düşünmeden, onu korumadan yaşaması var. Yani söz ve davranışlarının uygunsuzluğu var. Bu ahlaktan çok ahlaksızlıktır. Aslında ahlaksız demek, sadır olan davranışları beyan ettiği sözlere uymayan insan demektir.
Bunun yanında bir de doğuştan kazandığı ve taşıdığı şerefi daha fazla sürdüremeyen, insan onurundan ve insani hasletlerden uzaklaşan düşük ahlaklı insanlar vardır. Bunlar yaratılmışların en sefili olanlar yani esfeli safilin olanlardır. Şüphesiz ahlaksız ve düşük ahlaklı insanlar, en sefil ve hüsran içinde olan insanlardır.
Ahlakın temeli fıtrattır, yaratılıştır, ‘kalu bela’dır. İnsana yakışan, fıtratını korumak ve ona bağlı kalmak yani “sıddık” olmaktır. Ahlakın temeli insanın fıtratı üzere, yaratılışı üzere kısaca İslam üzere olmasıdır. Ahlak, insanın fıtratına titizlikle, coşkuyla ve büyük bir tutkuyla bağlı kalmasıdır. Ahlak, insanın varlık nedenine, yaratılış hikmetine gönülden ve hiç kimseden korkmadan, hiçbir şeyden etkilenmeden ve dünyevi hiçbir şey beklemeden bağlı kalmasıdır.
Çocuklara ahlakı aşılamak
Sonuç olarak Ahlak, yaratılışa uygun davranış geliştirmektir. Ahlak, tüm insan, eşya ve dünya ilişkilerinde yaratılışa uygunluk demektir.
Ahlak, iyi davranışlarda bulunmak ve kötü davranışlardan uzak olmaktır. İyiden maksat Allah’ın ve Resulünün hoş göreceği şeyler, kötüden maksat ise zıtlarıdır. Çocukların fıtrat üzere doğması ahlakın en temel işaretidir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” şiarı, aslında bütün peygamberlerin getirdiği davranışların bizim Peygamberimiz tarafından tam ve eksiksiz hale getirilmesidir. “Din güzel ahlaktır”, hadisi çok kapsayıcı, kucaklayıcı ve kuşatıcı bir tariftir. Ahlakın temeli fıtrattır, İslam’dır. Ve hayat “Güzel Ahlak”tır.
Yeni Şafak, 26.03.2015

Yeni Zihin Yeni İktisat

Önceki yazılarımızda, yerleşik iktisat disiplininin, 'iktisat kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların giderilmesidir' ifadesine itiraz etmiştik. Gerçekte Mülkün Allah'ın olduğu hakikatinin altını çizmiş ve Allah'ın Rahman sıfatı ile bu dünyadaki tüm canlılara mağfiret ettiğini ve Rezzak sıfatı ile her canlının rızkını tekeffül ettiğini, eşit ve adil bir biçimde verdiğini hatırlatmıştık. Ve bu arada ihtiras sahibi azmış insan yerine makul ve normal insanı temel almamız gerektiğini belirtmiştik.
Materyalist-Kapitalist zihniyetin, hem liberal, hem de sosyalist tasavvur biçimiyle insanı bir kaynak ve dünyayı bir mülk olarak kavramsallaştırması ve bunun üzerinden bir zihin ve dil inşa etmesinin, hak ve hakikat peşinde olması gereken insanın yolunu kaybetmesine, acizleşmesine ve bedbaht olmasına sebep olduğunun altını çizmiştik. Ve gösterişçi arzularla dünyayı ve dünya ile birlikte insanın kendisinin de tüketimine yol açan gözü dönmüş küresel kapitalist ekonominin yegane alternatifi olarak Katılım Ekonomisi kavramını gündeme getirmiştik.
Katılım Ekonomisinin insanı temel alarak oluşturduğu yeni zihinle, insanı azgınlaştıran, saptıran, acizleştiren kapitalizme karşı tek çare olduğunu ileri sürmüş ve Katılım Ekonomisinin insanları 'bir, eşit ve kardeş' görerek, 'kurucu ve inşa edici bir iktisat felsefesi'ne zemin oluşturacağını ve buradan hareketle dünyanın beşeri düzeninin yeniden kurulumu için bir fırsat ve imkan oluşturacağını ifade etmiştik.
Ve bu çerçevede, Katılım Ekonomisinin insanlığa, yaratılış gayesine ve varlık amacının idrakine dayalı tek çare ve tek çözüm olduğunu vurgulamıştık. Şimdi buradan hareketle söylediklerimizi zihniyet yapısı üzerinden biraz daha açmaya çalışalım.
MÜSLÜMAN ZİHİN VE BAŞKA SİSTEMLERİN ETKİSİ
Şunu asla unutmayalım ki, birey için hayatta her şey zihinle başlar, bir zihniyete göre gerçekleşir ve zihinde biter. Bu sebeple, iktisadı ve ekonomiyi, dünya, insan ve toplum ontolojisinin çok boyutlu bütünlüğü içindeki yerine oturtan bir iktisat anlayışına ve disiplinine ihtiyaç vardır ve bunun için yapılacak ilk iş zihnimizi seküler dünyanın etkisinden arındırıp yeniden inşa etmektir. Eğer zihnimizi eski ve eklektik kalıntılardan, uluslararası küresel sistemin dayatmalarından kurtaramazsak asla yeni bir şey ortaya koyamaz, yeni bir dil ve üslup oluşturamayız.
Dolayısıyla önce zihnimizi temizleyip yeni ve özgün bir yaklaşımla zihnimizi tekrar ele almalı, bizim için bir nimet olan fıtrat ve onun dini olan İslam'la zihnimizi yeniden inşa etmeli ve bu yeni zihin üzerinden ahlaki temelde yeni bir iktisat tasavvuru oluşturmalıyız. İşte tam da burada Müslüman zihninin ne kadar bozulduğunu, ne kadar eklektik olduğunu, ne kadar başka zihinlerin ve sistemlerin etkisinde kaldığını yaşanan bir örnekle izah etmeye çalışalım.
Geçtiğimiz yıl Uluslararası Finansal Sistem Forumu 11-12 Eylül 2013 tarihlerinde Yeşilköy Wow Otel'de yapıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül açılışını yaptı ve bir de reel ekonomiye vurgu yaparak konunun önemini vurguladı.
İSLAMİ FİNANS VE REEL EKONOMİ
Bu forumda dikkat çekici ve zihin açıcı iki konuşma oldu. Mısırlı Müslüman bir iktisatçı Prof. Mahmoud El Gamal şöyle bir konuşma yaptı: 'Ekonominin faizlisi faizsizi olmaz hepsi tektir. Tek ekonomi olur. Dolayısıyla onun içinde faizsiz işlem yapabilir miyiz, yapamaz mıyız, konu budur. Faizsiz ekonomi gibi ayrı ve bağımsız bir alan düşünmek doğru değildir. Ben faizli ekonominin içinde faizsiz de çalışılabileceğine inanıyorum. Nasıl ki, sizin ülkenin Başbakanı bizim ülkeye gelip, ben laik bir ülkenin inanan Başbakanıyım dedi, ben de diyorum ki, laik bir iktisadın inanan iktisatçıyım.'
İngiliz gayrimüslim bir iktisatçı Prof. Richart Werner ise şöyle bir konuşma yaptı: 'Bu forumu izliyorum, özellikle de İslami finansı ve onun mala, üretime ve reel ekonomiye dayalı mantığını anlamaya çalışıyorum. Öncelikle birkaç yıl önce Papa'nın, krizlere karşı İslam iktisadını bir incelemek lazım, demesi benim dikkatimi çekmişti. Batının en büyük dini otoritesi ne kadar rahatsız olmuş ki, bir şekilde çözüm arıyor ve çözümün İslam'dan gelebileceğini düşünüyor.
Ayrıca Almanya'nın finansal krizlere karşı dayanıklılığı beni hep düşündürmüştür. Bu konuda yaptığım araştırmalar neticesinde fark ettim ki, Almanya'da küçük ölçekli, sadece kar amacı gütmeyen, üretimi ve reel sektörü finanse eden kooperatif tipi bir bankacılık var (%70). Ayrıca yine Almanya'da milli gelirinin içindeki üretim kalemlerinin payı diğer ülkelere göre yüksektir (yaklaşık %60). Bunların çok önemli olduğunu düşünüyorum. O açıdan diyorum ki, İslami finans mala, üretime ve reel sektöre dayalı olduğu için insanlık adına bir şans, bir imkan olabilir.'
İnsan bunları görünce düşünmeden edemiyor; bir yanda Müslüman bir iktisatçı İslami finansı faizli finansın bir parçası görecek kadar zihnen savrulabiliyor, diğer yanda ise gayrimüslim bir iktisatçı İslami finansın 'insanlık adına bir imkan' olabileceğini söyleyecek kadar fıtrata yakın durabiliyor. Bütün bunlar bize ders vermekte ve aynı zamanda çok ufuk açıcı ipuçları sunmaktadır.
ÇAĞDAŞ DÜNYADA İKTİSAT
Öncelikle 'çarpılmış ve bozulmuş' bu tür zihin yapılarından kurtulmamız gerekir. Eğer günümüzde yeni bir iktisadi anlayış oluşturacaksak, bu anlayışın kaynağının, fıtrat dini olarak İslam'a dayalı dünya görüşü olduğunu akıldan çıkarmamalı ve ona göre tutum almalıyız. Ve her şeyden önce zihnimizi Kitap ve Sünnet ile yeniden inşa etmeliyiz. Unutmayalım ki, İslam'la yeni bir zihin oluşturmadan hiçbir şeyi başaramayız.
İslam'la yeni bir zihin oluşturup, arkasından bu İslami yeni zihinle ahlakı esas alan yeni bir İslam iktisadı oluşturarak yola çıkmalıyız. Ancak o zaman mevcut iktisat yaklaşımlarını aşabilir ve yeni bir iktisat anlayışı oluşturabiliriz.
İşin açıkçası 'iktisat' ile 'ekonomi' kelimelerini kavramsal olarak ve kökenleri itibariyle birbirinden ayırmak gerekir. Kanaatimizce ekonomi daha ziyade uygulamaya dönük, iktisat ise biraz teoriye dönüktür. Çağdaş dünyada iktisat, ekonominin (yani uygulamanın, pratiğin) kavramsallaştırılması, modellenmesi ve 'teorisi'; ekonomi de, bu kavramsallaştırmalara dayalı gündelik yaşam pratiği olarak birlikte tek bir sosyal praksisi oluşturmaktadır.
Öncelikle iktisat ve ekonomi kelimelerinin kökenlerine bir bakalım. 'İktisat' kelimesi aslında Arapça bir kelime olup 'kast' kökünden gelmektedir. Kast ise hedefe yönelme, doğru yol, amaca uygun, mutedil demektir. Bir açıdan da 'kıst' kavramını düşünürsek her şeye hakkını verme, her şeyi yerli yerine koyma iktisat kavramına derin bir açılım yapabilir. Bu yönüyle, iktisat kelimesi itidal üzere hareket etme, harcamalarda tasarruflu olma demektir. Yani iktisatta bir gayeye yönelme vardır; amaçlılık, ölçü ve ölçülülük sosyal ve iktisadi kavrayışın temel unsurlarıdır.
Ekonomi kelimesi ise Yunanca oikia (ev) ve nomos (kural) köklerinden gelmektedir. Bu yönüyle, ekonomi kelimesi ev kuralı, ev yönetimi demektir. Evet, iktisat ve ekonomi kelimelerinin kökeni onların farklılıklarına ilişkin ipucu vermektedir.
Biz aslında yerleşik iktisat ilmini aşmak istiyorsak, önce işe sosyal hayatın çok yönlü ve karmaşık bütünlüğü içerisinde 'iktisadi' faaliyeti 'sosyal' hayatın çeşitli boyutlarından sadece biri olarak gören ve böylece yerli yerine koyan, ekonomi odaklı olmayan bütüncül bir hayat kavrayışına ve buna bağlı bir 'iktisat anlayışına' sahip olmalıyız. Ve bu anlayıştan sonra olmak ve bu bağlam içerisinde geliştirilmek üzere 'iktisadi olgu'ları karmaşık sosyal bütünlüğü içinde kavramlaştıran ve oluşum süreçlerini açıklamaya yönelen yeni iktisadi teorilere oluşturmaya yönelmeliyiz. Daha sonra da, bu teoriler temelinde yeni ekonomik uygulamalar pratiğini inşa etmeliyiz.
YENİ İKTİSAT ANLAYIŞI
Maalesef İslam dünyası bugün 'ekonomi'ye aşırı odaklanmış ve onun ardındaki modern zamanlara ait kapitalist 'iktisat felsefesini' gözden kaçırmıştır. Böylece kuru uygulama tartışmalarına hapsolmuştur.
Şimdi yoğun bir çaba harcayarak sosyal yapılara, kurumlara ve gündelik yaşama dair hiçbir şeyi tarih dışı, veri ve değişmez kabul etmeksizin her şeyi yeni baştan tefekkür etmeliyiz. Ve öncelikle, sosyal hayatın içerdiği tüm çeşitlilik, karmaşıklık ve eko-sistemik dinamikleriyle bütüncül şekilde kavranışına dayalı yeni bir toplum tasavvurunu ve buna bağlı bir iktisat anlayışını ortaya koymalıyız. Bu konuda İslam tarihi ve İslam külliyatı bize çeşitli ipuçları ve fırsatlar sunmaktadır.
Şimdilik şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bahsettiğimiz bu yeni iktisadi zihniyetin başlangıç noktası insan, insanın önemi ve değeri ile dünyanın emanet olduğu gerçeğini kabullenmek ve insandan ve ahlaktan kalkarak yola koyulmak olmalıdır. Hemen ardından ikinci adım, iktisat ve ekonominin bize öğretildiği gibi aynı şeyler olmadığının farkına varmak olmalıdır.
İktisat işin teorisi felsefesi, ekonomi ise işin pratiği uygulamasıdır. Dolayısıyla işin uygulamasına dalıp esası ve felsefeyi asla unutmamalıyız. Ve öncelikli işimiz, yeni bir zihinle yeni bir 'iktisat anlayışını' ortaya koymak olmalıdır.
Yeni Şafak, 21.07.2014

İktisatta yeni yaklaşım: Katılım Ekonomisi (II)

Katılım Ekonomisi küçük ölçekli, sadece kar amacı gütmeyen, üretimi ve reel sektörü destekleyen bir finansal hizmeti baz alır. Milli gelir artışının içinde üretim faktörünün esas alınmasını gözetir. Sonuç olarak, dünyayı ve kendisini tüketen gözü dönmüş gösterişçi küresel kapitalist ekonominin yegâne ve tek alternatifi Katılım Ekonomisidir.
Maddeci ve materyalist kapitalist iktisada karşı oluşturulan bu yeni iktisadi anlayış sorgulayıcı olmalı, haksız kazanca, sömürüye ve adaletsizliğe karşı çıkmalı, birliği, eşitliği ve kardeşliği bozmayacak ortalama bir yaşama tasavvuruna sahip olmalıdır.
Bu anlayış, insanın bizatihi Adem'in evladı olarak eşrefi mahlukat olarak onuruna ve haysiyetine yaraşır asgari bir yaşama standardına uygun hayat sürmesini teminat altına almalıdır. Bu yeni anlayış, insanlar ve toplumlar arasında derin uçurumlar ve farklar olmasına fırsat vermemeli, varlık ve her türlü kişilik özelliklerinden bağımsız olarak herkesin vasat bir 'yaşama standardı bantı'nda kalması için bilinç oluşturmalı ve yaymalıdır.
Bu ekonomik anlayış bir başlangıç olarak gündeme gelmeli, insanı ve imtihanı merkeze alarak üzerinde titizlikle çalışılmalı, tartışılmalı, geliştirilmeli ve derinleştirilmelidir. Böyle bir şuur üzerinden inşa edilen bu katılımcı anlayış hem insana ve haysiyetine yakışan bir haslettir hem de bereket getiren bir tutumdur. Sonuç olarak, insanlık kendi değerleri üzerinden yeni bir paradigma oluşturmalıdır.
O yüzden insanlığın hayrına olan bu yeni ekonomi politik anlayışa özünü izah edici, açık, sade ve kuşatıcı yeni bir isim bulmak zorundayız. İşin açıkçası, yeni bir ekonomi tanımına ve ismine ihtiyacımız vardır.
İSLAM EKONOMİSİ
Bu yeni ekonomi politik anlayış İslam Ekonomisi olarak adlandırılabilir. Ancak olumlu olumsuz bütün yapılanların bütün çağları kuşatan, insanlık ve gelecek için tek ve vazgeçilmez umut olan İslam'a mal olma riski olduğu için bundan kaçınmak gerekir.
Bu yeni anlayışa Faizsiz Ekonomi de denebilir. Ancak bu kavram isminden de anlaşılacağı gibi, olumsuz bir tanımlama olup neyin olmasını değil de neyin olmaması gerektiğini ifade eden bir tanımlama olur ve ayrıca sanki karşı bir reaksiyon algısı oluşturduğu için de çok uygun olmayabilir.
Bu açıdan biz diyoruz ki, insanlığın/ademoğlunun bir, eşit ve kardeş görüldüğü, dünyanın ve içindekilerin herkese amade kılındığı, kullanımına açıldığı ve bütün insanlığın dünya ve nimetlerine katılımının esas alındığı bu yeni ekonomi politik anlayışın adı Katılım Ekonomisi olsun.
Katılım Ekonomisi insanı kaynak değil değer dünyayı mülk değil emanet gördüğü ve herkesin onda hakkı olduğu gerçeğine dayandığı için dünyanın yaratılış amacına daha uygun bir anlayıştır. Bu isim dünyanın 'yitik cennet' yolculuğunda bir ağaç altı, bir gölgelik olduğu gerçeğinin anlaşılması ve bu gerçeğin yaşatılması için uygun bir isimdir.
MEŞRU ÜRETİM MEŞRU TÜKETİM
Kapitalist iktisadın her ne şekilde olursa olsun meşru, gayri meşru her yoldan menfaati maksimize etmek istemesine, o yüzden insanı ve toplumu ifsat etmesine karşı, Katılım Ekonomisi insanı merkeze alır, onu değer görür ve felsefesini ahlak ve değer temelli dünya üzerine bina eder.
Katılım Ekonomisi insanı eşrefi mahlûkat olarak ele alır ve onu Allah'ın yeryüzünüzdeki halifesi olarak mütalaa eder. Katılım Ekonomisi her sahada adalet, toplumun tümüne şamil adalet düsturu ile hareket eder. Adaleti, mülkün yani hükümranlığın temeli olarak ele alır. Katılım Ekonomisi meşru üretim (alkol, kumar, uyuşturucu, vb. yok) ve gelirden bağımsız meşru tüketim üzerinden kendini temellendirir. Hatta harcayarak yok etmek olan tüketim yerine israftan uzak herkesin makul ihtiyacını gidermeyi gözeten, hayatı ve eşyayı değerlendirmeyi esas alır.
Katılım Ekonomisi üretimi, gelişimi ve çalışmayı teşvik eder, katılımı ve paylaşımı esas alarak sefahati de sefaleti de önler. Vermek, paylaşmak ve fedakarlık yapmak üzerinden yaşanabilir bir dünya kurgular.
Katılım Ekonomisi tüketim ve israf ekonomisi yerine kanaat, tasarruf ve verim ekonomisini temel alır. Katılım Ekonomisi için hedef geliri ve serveti artırmak değil, hedef insan ve onun mutluluğudur. Dolayısıyla zekat, sadaka ve infak güzelliklerinin yanında servetin belli gruplar arasında dağılmasını engellemek yani serveti tabana yaymak ve dağıtmak için özel stratejiler belirler. Bütün semavi dinlerin yasakladığı Protestanlığın meşrulaştırdığı faize karşı faizsiz ve katılım temelli bir dünya tasavvur eder.
TEK ÇÖZÜM: KATILIM EKONOMİSİ
Katılım Ekonomisi küçük ölçekli, sadece kar amacı gütmeyen, üretimi ve reel sektörü destekleyen bir finansal hizmeti baz alır. Milli gelir artışının içinde üretim faktörünün esas alınmasını gözetir. Sonuç olarak, dünyayı ve kendisini tüketen gözü dönmüş gösterişçi küresel kapitalist ekonominin yegâne ve tek alternatifi Katılım Ekonomisidir. Katılım Ekonomisi insanı temel alıp oluşturduğu yeni zihinle, insanı azgınlaştıran, saptıran, acizleştiren kapitalizme karşı tek çaredir.
Katılım Ekonomisi 'insanlar bir, eşit ve kardeştir' ilkesine hayat verecek, kurucu ve inşa edici bir iktisat felsefesine zemin oluşturacak ve buradan hareketle insanlığın ve dünyanın yeniden kurulumu için bir fırsat ve imkan oluşturacaktır. Katılım Ekonomisi insanlığa yaratılış gayesini, varlık amacını idrak ettirecek tek çaredir tek çözümdür. (Yeni Şafak/Yorum)
04.01.2014

İktisatta yeni yaklaşım: Katılım ekonomisi

Dünya ve içindeki nimetlerinde üzerinde yaşayan herkesin hakkı olduğu için bütün insanlık bu hakkını hep beraber kullanmalı ve bu nimetleri paylaşmalıdır. Yani dünya ve içindeki nimetlerin istifadesi herkesin ama herkesin katılacağı bir ekonomik anlayışla insanlığın hizmetine sunulmalıdır.
'Mülk Allah'ındır, o halde…' adlı yazımızda, iktisadın en genel tanımı olan, sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların giderilmesi, ifadesine itiraz etmiştik. Gerçekte Mülkün Allah'ın olduğu hakikatinin altını çizmiş ve Allah'ın Rahman sıfatı ile her canlının rızkını eşit verdiğini hatırlatmış ve ihtiras sahibi azmış insan yerine makul ve normal insanı temel almamız gerektiğini belirtmiştik.
Bugün ister liberal isterse sosyalist tasavvur olsun, dünyanın mülk olarak algılanması ve bunun üzerinden bir zihin ve dil inşa edilmesi hak ve hakikat peşinde olması gereken insanın yolunu kaybetmesine, acizleşmesine ve bedbaht olmasına sebep olmuştur. Bir bakıma 'Asra andolsun ki, muhakkak insan kesin bir hüsrandadır…' uyarısındaki basit ancak güçlü, derin ama etkili sosyolojik analiz tecelli etmekte ve bize ışık tutmaktadır.
İnsan ihtiyacının sınırsız olduğu ifadesinden hareket eden ve bir nevi insanı ilahlaştıran, aynı zamanda insanı sınırlı kaynaklar üzerinde sınırsız ihtiyaçlarını gidermeye çalışan bencil ve azgın bir varlık olarak tanımlayan bu modern dil insanı insanlıktan çıkarmıştır. Bu gayri meşru, birlik ve beraberliği bozan, şiddeti ve terörü körükleyen vahşi kapitalizmin altyapısını oluşturan, insanların bir ve tek olduğu gerçeğini inkar eden bu saldırgan dil, yolunu kaybetmiş, umutsuz ve ümitsiz, yaratılış gayesini ve varoluş nedenini unutan sözde modern, ama gerçekte azgın ve sapkın bir insan prototipini ortaya çıkarmıştır.
İSLAM VE İKTİSADİ YAKLAŞIM
Oysa dünya han, insan da yolcudur. O yüzden ana yurdundan hatta dede yurdundan (cennetten) kovulan/ayrılan insan, geçici ve anlık olana takılmadan sonsuz olana, Bir'e ulaşmaya çalışmalı ve bedeli yalnızlık olan bu fani hayatı yaratılış gayesine uygun ve fıtratını bozmadan yaşamaya çalışmalıdır. Nasıl ki, yolcu yola çıkarken yanına zorunlu ihtiyaçlarından başka bir şey almazsa, fani dünyanın yolcuları da dünyayı bir mülk olarak değil bir emanet olarak görmeli ve yolculuklarını bu esas üzerinden amaçlarını unutmadan sürdürmelidirler.
İnsanı kaynak, dünyayı mülk olarak gören ve buradan hareketle dünyayı ele geçirip kendi sözde ilahlıklarını ilan etmeye çalışan bu modern tarihsel tasavvura karşı meşruiyetini Bir'den alan yeni bir duruşun yeni bir anlayışın ortaya konulması artık zorunluluktur.
İnsanı ve imtihanı merkeze alarak yeni bir zihin inşa etmenin, yeni bir tasavvur oluşturmanın zamanı artık gelmiştir. Evet, bizim insanlığa yaratılış fıtratını tekrar hatırlatmamızın ve bu idrak üzerinden yaratılış gayesine uygun bir ekonomik tasavvuru oluşturmamızın, yeni bir ekonomik anlayış inşa etmemizin vakti gelmiştir.
Bu konuda İslam ve onun iktisadi yaklaşımı bize ve insanlığa ışık tutmakta ve umut verici büyük işaretler vermektedir. Bu yeni ekonomik anlayışın ilk basamağı yeni bir iktisat tanımından geçmektedir. Bu da, 'sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklarla giderilmesi' tarifini sorgulayarak reddeden ve gerçek ihtiyaçla sahte ihtiyaç farkını yakalayan yeni bir dil, yeni bir terminoloji kurulması ile gerçekleştirilebilir.
MÜLKİYET DİLİ OLUŞTURMAK!
Sınırsız istek ve ihtiyaç normal insanın değil yolunu kaybetmiş azgın ve hazcı insanın, sınırlı kaynak ise dünyayı mülk gören maddeci insanın tanımıdır. Bu yaklaşımın ne kadar gayri meşru olduğu günümüz dünyasındaki çatışma, savaş ve vahşetlerden çok rahatlıkla gözlemlenebilir.
Gerçekte ise eşrefi mahlukat olan insanın ihtiyaçları sınırsız değil makuldür. Ve bu dünya hem emanettir hem de herkese yetecek kadar büyük ve nimetlerle doludur.
Yaratıcı tarafından sınırları çizilen meşru daire keyfe kafidir söylemi bu anlayışın bir tezahürüdür. Bu tezahür insanda bir kanaat duygusu ve adalet anlayışı oluşturduğu gibi aynı zamanda fıtratı doğrulayan bir dünya/imtihan yeri iklimi de oluşturur. Bu iklim ise birlikte yaşamayı teşvik eder, vermeyi, paylaşmayı ve katılımcı bir hayatı öngörür ve destekler.
İnsanı yaratılış gayesine çekmenin ilk adımı yeni bir mülkiyet dili oluşturmaktır. Bu yeni mülkiyet dili 'Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır, Mülk Allah'ındır, Adaleti titizlikle ayakta tutun' düsturları üzerinden oluşturulmalıdır. Bu mülkiyet dilinin merkezine dünyanın emanet olduğu gerçeği yerleştirilmeli ve buradan hareketle emeğin ve çalışmanın erdemi ile alın terinin onuru üzerinden yeni bir iktisadi tasavvur oluşturulmalıdır.
Bu tasavvur insanı insan yapan niteliklerinden koparan, onu azgın ve sapkın bir tüketiciye çeviren anlayışa karşı çıkmalı ve hemen akabinde bu prototipi yerine meşru dairenin keyfe kâfi olduğu ve ihtiyaçlarının sınırsız olduğunu reddeden bir insan prototipi ortaya çıkarabilmelidir.
Unutmamalıyız ki insan hakka ve batıla, iyiliğe ve kötülüğe, doğruluğa ve yanlışlığa, güzele ve çirkine eğilimlidir. Ahseni takvim olan insan için bir boyut eşrefi mahlukat diğeri ise esfeli safilindir.
İHTİYAÇ TÜKETİMİ
Eşrefi mahlukat olan asıl insan için dünya bir mülk değil bir emanettir. Her insanın ırk, din, dil, cinsiyet vb. niteliklerinden bağımsız olarak dünyada ve içindekilerde hakkı vardır. Ve bu hak doğuştan hatta ana karnındayken kazanılmış bir haktır. Bu hak devredilemez, terk edilemez ve gasp edilemez bir haktır. Dünya Allah'ın Rahman sıfatının bir gereği olarak inkarcılar dahil herkesin rızkının eşit verildiği bir yer olduğu gibi, gelecek kuşaklar da dahil tüm insanlığın ortak malıdır. O yüzden onda ve onun nimetlerinde ahiretin tarlası olarak gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insanlığın hakkı vardır.
Dünya aynı zamanda gelecek kuşaklara hakkıyla bırakmamız gereken bir emanet olduğu için kimsenin imtiyazına geçmemelidir. Dünya ve içindekiler herkesindir ve herkesin olduğu için de bütün insanlığın katılımına açık olmalıdır. Çünkü o amaçla yaratılmıştır.
Dünya ve içindeki nimetlerinde üzerinde yaşayan herkesin hakkı olduğu için bütün insanlık bu hakkını hep beraber kullanmalı ve bu nimetleri paylaşmalıdır. Yani dünya ve içindeki nimetlerin istifadesi herkesin ama herkesin katılacağı bir ekonomik anlayışla insanlığın hizmetine sunulmalıdır.
Bu konuda rahmetli Sabahattin Zaim hocanın altını çizdiği şu çerçeveyi hatırlayalım: İslam iktisadında hedef sadece para kazanmak, mülk edinmek değildir. Asıl amaç insanın hayat yolculuğu boyunca ekonomik ihtiyaçlarını gidermektir. İslam ekonomisinde de İslam bankacılığında da gaye kar değil hizmettir. Üretimi geliştirmek, çalışmayı artırmak ve paylaşımı yaygınlaştırmaktır. İslam ekonomisinde gösteriş tüketimi yerine ihtiyaç tüketimi esastır.
İslam ekonomisi gelir dağılımındaki dengeyi ve sosyal adaleti sağlamayan sistemlere karşı yeni bir model arayışında olan insanlığa bir alternatif sunmaktadır.
İslam ekonomisinin felsefesi, metodolojisi, analizleri, uyarlaması kapitalist iktisattan çok farklıdır. Kapitalist iktisatta insan maddi ekonomik insan (homo economicus) İslam iktisadında ise değer insandır. Yani insanın yaratılış fıtratı üzerinde olması esastır.
Yine bu konuda İmam Gazali'nin şu tasnifi bize ışık tutmalıdır:
İktisadi öncelikleri şu sırada konumlamak mümkündür: Zaruri ihtiyaçlar, hayatı kolaylaştırıcı ihtiyaçlar ve güzelleştirici ihtiyaçlar.
Zaruri ihtiyaçlar insanın beş temel hakkını (iman, can, akıl, nesil, mal) esas alan ihtiyaçlardır. Hayatı kolaylaştırıcı ihtiyaçlar, şart olmamakla beraber hayattaki meşakkatleri ve güçlükleri giderici ihtiyaçlardır. Güzelleştirici ihtiyaçlar ise rahatlığın ötesinde estetik, güzellik, zarafet ve sanat duygularını tatmine yarayan ihtiyaçlardır.
Üretimde zaruri ihtiyaç maddelerinin öncelenmesi esastır. Ardından kolaylaştırıcı ve sonra da güzelleştirici ihtiyaç maddelerini üretmek öncelenmelidir.
Başkalarına zarar verecek şekilde yaşamak zulüm, vermeyecek şekilde yaşamak adalettir.
Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapmamak temel düsturdur.
İmam Gazali iktisat ve ahlak teorisinin merkezine ihsanı koyar. İhsanı başkalarına faydalı olacak şekilde davranmak olarak tanımlar.
Sabahattin Zaim hoca ve İmam Gazali'nin bu yaklaşımlardan da istifade ederek yeni bir iktisadi anlayış oluşturmalıyız. Bu anlayışın temeli insanların bir, eşit ve kardeş yaratılmasından hareketle 'birlik, eşitlik ve kardeşlik' duygusudur, şuurudur. Gerçek adaletin tesisi ancak böyle olur.
Bu anlayış birlik, eşitlik ve kardeşlik temelinden başlayarak hayatın bütün alanlarında ve süreçlerinde katılımı esas almalı, bir 'katılım kültürü' oluşturmalıdır. (Yeni Şafak/Yorum)
04.01.2014

Mülk Allah'ındır, o halde...

Yapılması gereken yeni bir mülkiyet dili inşa etmektir. Bu yeni mülkiyet dili “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır, mülk Allah’ındır, adaleti titizlikle ayakta tutun” düsturları üzerinden oluşturulmalıdır. Bu mülkiyet dilinin merkezine emeğin ve çalışmanın erdemi ile alın terinin onuru yerleştirilmelidir.
Yasak bir meyve ile başladı her şey ve Adem’in yitirdiği cennetin tekrar kazanılması Adem ve oğullarının, ademoğlunun, tüm insanlığın imtihanı oluverdi.
İmtihan ‘yitik cennet’in yeniden kazanılması değildi sadece, tek Bir’den geldiği halde Bir’liğini kaybeden insanın tekrar Bir’liğini kazanabilmesi ve kendi içindeki ‘yitik cennet’ini de bulabilmesinin imtihanıydı.
Ve insan artık tarihseldi. Zaman ve mekanın sınırları içerisinde zamansız ve mekansız BİR’i arayan yolcuydu artık. Kural ihlalinin ya da sapmanın bedeli ise yalnızlıktı.
Yalnız yolculardan yolunu kaybedenler Bir’in varlığını da unuttu ve onlar için yolculuk, sonu olmayan hedonist sanrılarla beslenmiş bir yokluğa dönüştü.
Anlık ve geçici olanı reddeden ve varoluşsal yalnızlığın sudaki yansıması yerine zaman ve mekanın ötesindeki Bir’i arayanlar için ise yolculuk, sonunda kendini bulmanın ve ‘yitik cennet’e ulaşmanın bir çaresiydi.
Ve mülkiyeti keşfetti insanlar. İmtihanı unutanlar için sahip olmaktı, güçlü olmaktı, geçici olanın tanrısı olmaktı mülkiyet.
Varoluşsal yalnızlık korkusunu kendisini tanrılaştırarak gidermeye çalışan insanlar arasında birlik, eşitlik ve kardeşlik bozuldu. Ve insanlar birbirine düşüp dünyayı paylaşma ve ele geçirme kavgasına tutuştular. Bir’den uzaklaşan insanlık, yaratıcı rolüne soyununca kendisine yabancılaştı ve bizzat kendi kendisini değersizleştirerek yaratılış gayesini unuttu, insanlığını kaybetti ve hüsrana uğradı.
Birbirleriyle kavgaya tutuşan insanlık betimlemesinden hareket eden bir adam (Thomas Hobbes) “İnsan İnsanın Kurdudur” derken fıtratı bozulmuş insan tipini ‘yeni normal’ olarak selamlıyordu. İnsanı, kazanç peşinde koşan, güvenlik ve toplumsal statü arayan bir varlık olarak tanımlarken tarihsel olana hapsediyor ve görünenin arkasındaki esas yaratılış ve imtihan gayesini reddediyordu.
Bütün emekçiler birleşse...
Bir’den gelen ve ona dönmeye çalışan peygamber ADAM (Hz. Adem) geldiği yere ulaşmak için yüzlerce yıl boyunca yaptığı hatayı affettirmeye çalışırken, başka bir adam (Adam Smith) “Bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler, bırakınız geçsinler” mottosunu ortaya koyarak “güçlü olan kazanır” orman kanununu dünya ekonomik düzeninin merkezine yerleştiriyordu. Böylece, insanın üretim sürecinde tıpkı toprak gibi bir kaynak olduğu anlayışı liberal felsefenin amentüsü haline geliyordu. Yeni düzenin yeni patronu burjuva sınıfı ise dünyayı ve içindeki her şeyi - pek tabii insanları da - alınıp satılabilen bir meta ve kendilerini de mülk sahibi olarak konumlandırırken materyalist dünyanın yalancı tanrısı rolüne soyunuyordu.
Ve sonra “Dünyanın bütün emekçileri birleşin” diyordu bir adam (Karl Marks). Diyalektik Materyalizm öğretisi üzerinden bu sefer de insan emeği tanrısallaştırılarak sözde sınıfsız toplum ideali, bir ütopya olarak insanlığın önüne konuluyor ve yine Yaratıcı dışarıda tutuluyor ve yine insan tarihselliğin sınırları içerisine hapsediliyordu. Yolunu kaybeden yolcu, tonları farklı olan kapitalist tasavvurun çerçevesi içerisinde ya özel mülkiyeti ya da devlet mülkiyetini kutsayan ama her halükarda yaratılış gayesinden uzak ve fıtratına yabancılanmış bir şekilde kendine ait olmayan, zorlama bir kitabın sayfaları arasına sıkıştırılıyordu.
Bugün ister liberal isterse sosyalist tasavvur olsun, dünyanın mülk olarak algılanması ve bunun üzerinden bir zihin ve dil inşa edilmesi hak ve hakikat peşinde olması gereken insanlığın yolunu kaybetmesine sebep olmuştur. Ve bu baskın dil ekonomi politik ve pratik açıdan ya zenginlik içerisinde eşitsizlik ya da fakirlik içerisinde eşitlik sunabilen ve her halükarda çatışmacı bir tarihsel modernite inşa etmiş ve inşaatın temelini de Yaratıcının kesin bir şekilde yasakladığı faiz sütunu üzerinde yükseltmiştir.
İhtiyaçlar sınırsız mı?
İnsan ihtiyacının sınırsız olduğu ifadesinden hareket eden ve insanların ne olursa olsun kendi menfaatini maksimize ederek kendini tanrılaştırmasını salık veren bu modern dil, aynı zamanda insanı sınırlı kaynaklar üzerinde sınırsız ihtiyaçlarını gidermeye çalışan bencil ve narsist bir varlık olarak tanımlar ve sınırsız mülkiyete sahip olmayı istemesini meşru kılar. Bu bencil ve narsist insanın meşru kabul edilmesi ise kaçınılmaz olarak birlik ve beraberliği yok eden ve çatışmayı körükleyen vahşi bir kapitalizm anlayışı üzerinden yolunu kaybetmiş, umutsuz ve ümitsiz, yaratılış gayesini ve varoluş nedenini unutan sözde modern ama gerçekte azgın ve sapkın bir insan prototipi ortaya çıkarmaktadır.
Oysa dünya han, insan da yolcudur. Ana yurdundan ayrılan insan geçici ve anlık olana takılmadan sonsuz olana, Bir’e ulaşmaya çalışan ve bedeli yalnızlık olan fani bir hayatı yaratılış gayesine uygun ve fıtratını bozmadan yaşamaya çalışmalıdır. Nasıl ki yolcu yola çıkarken yanına zorunlu ihtiyaçlarından başka bir şey almazsa, fani dünyanın yolcuları da dünyayı bir mülk olarak değil bir emanet olarak görürler ve kendilerine emanet edilenleri yolculuğu selamet içerisinde tamamlayabilmek için kullanırlar.
İnsanı kaynak ve dünyayı mülk olarak gören ve buradan hareketle dünyayı ele geçirip kendi sözde tanrılıklarını ilan etmeye çalışan bu modern tarihsel tasavvura karşı meşruiyetini Bir’den alan yeni bir duruşun ortaya konulması artık kaçınılmaz olmuştur.
İnsanı ve imtihanı merkeze alarak yeni bir zihin inşa etmenin, yeni bir tasavvur oluşturmanın zamanı gelmiştir.
Evet, bizim insanlığa fıtratı tekrar hatırlatmak ve bu idrak üzerinden yaratılış gayesine uygun bir ekonomik tasavvuru oluşturmamız, yeni bir ekonomik anlayış inşa etmemiz zorunluluk halini almıştır. Bu konuda İslam insanlığa ve bizlere büyük ipuçları sunmaktadır.
Bu yeni ekonomik anlayışın ilk basamağı yeni bir iktisat tanımından geçmelidir. Bu da, sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklarla giderilmesi önermesini yanlışlayan ve gerçek ihtiyaçla sahte ihtiyaç farkını yakalayan yeni bir dil kurulması ile gerçekleştirilebilir.
Sınırsız istek ve ihtiyaç normal insanın değil yolunu kaybetmiş hedonist insanın, sınırlı kaynak ise dünyayı mülk gören insanın tanımıdır. Bu tanımların meşru olmadığı günümüz dünyasındaki çatışma ve savaşlara bakılarak da rahatlıkla gözlemlenebilir.
Gerçekte ise insanın ihtiyaçları sınırsız değil makuldür ve bu dünya herkese yetecek kadar büyük ve nimetlerle doludur.
Yaratıcı tarafından sınırları çizilen meşru daire keyfe kafidir söylemi bu anlayışın bir tezahürüdür. Bu tezahür insanda bir kanaat duygusu ve adalet anlayışı oluşturduğu gibi aynı zamanda fıtratı doğrulayan bir dünya/imtihan yeri iklimi de oluşturur. Bu iklim ise birlikte yaşamayı teşvik eder, paylaşmayı ve katılımcı bir hayatı öngörür ve destekler.
İnsanın yaratılış gayesinin yitirdiği anayurduna tekrar kavuşabilmek için imtihanını başarıyla verebilmek olduğu, hedonizmin ve geçici olana sahip olmanın insanı kendine yabancılaştırdığı gerçeğinden hareketle ilk yapılması gereken yeni bir mülkiyet dili inşa etmektir.
Bu yeni mülkiyet dili “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır, Mülk Allah’ındır, Adaleti titizlikle ayakta tutun” düsturları üzerinden oluşturulmalıdır. Bu mülkiyet dilinin merkezine emeğin ve çalışmanın erdemi ile alın terinin onuru yerleştirilmelidir. Ancak bu yeni emek anlayışı dünyayı savaş alanına çeviren ve tarih ötesiyle bağlantısı olmayan Marksist söylemin bir sapma olduğunu kabul ederek ortaya konmalıdır.
Bu yeni ekonomi politik söylemin araçlarının modern ekonomi teorisinde olduğu gibi doğal kaynaklar, sermaye, emek ve girişimci olmasının bir sakıncası yoktur. Bu üretim faktörleri nihai anlamda bir araçtır. Ancak bu günkü işleyişin problemli olan kısmı, insanın bu araçlar arasında kaybolması ve ihtiyaç duyulduğunda tüketen bir nesneye dönüştürülmesidir. Her şeyden önce ister liberal isterse sosyalist bakış açısıyla olsun modern insan tasavvuru problemin temelini teşkil etmektedir. Zira bu tasavvur insanı insan yapan niteliklerinden koparmış ve onu azgın ve sapkın bir tüketiciye çevirmiştir.
Dolayısıyla asıl yapılması gereken bu insan prototipi yerine meşru dairenin keyfe kâfi olduğu ve ihtiyaçlarının sınırsız olduğunu reddeden bir insan prototipi ortaya çıkarabilmektir.
İnsan ya da varoluşsal gayesini unutmamış asıl insan için dünya bir mülk değil bir emanettir. Her insanın ırk, din, dil, cinsiyet vb. niteliklerinden bağımsız olarak dünyada ve içindekilerde hakkı vardır. Ve bu hak doğuştan hatta ana karnındayken kazanılmış bir haktır. Bu hak devredilemez, terk edilemez ve gasp edilemez bir haktır. Dünya Allah’ın Rahman sıfatının bir gereği olarak inkarcılar dahil herkesin rızkının eşit verildiği bir yer olduğu gibi gelecek kuşaklar da dahil tüm insanlığın ortak malıdır. O yüzden onda ve onun nimetlerinde ahiretin tarlası olarak herkesin hakkı vardır.
Mal da yalan mülk de yalan
Dünya aynı zamanda gelecek kuşaklara hakkıyla bırakmamız gereken bir emanet olduğu için kimsenin imtiyazına geçemez. Dünya ve içindekiler herkesindir ve herkesin olduğu için de bütün insanlığın katılımına açık olmalıdır. Çünkü o amaçla yaratılmıştır.
Dünya ve içindeki nimetlerinde üzerinde yaşayan herkesin hakkı olduğu için bütün insanlık bu hakkını hep beraber kullanmalı ve bu nimetleri paylaşmalıdır. Yani dünya ve içindeki nimetlerin istifadesi herkesin ama herkesin katılacağı bir ekonomik anlayışla insanlığın hizmetine sunulmalıdır.
Bu anlayışın temeli insanların bir, eşit ve kardeş yaratılmasından hareketle ‘birlik, eşitlik ve kardeşlik’ duygusudur, şuurudur. Gerçek adaletin tesisi ancak böyle olur.
Bu anlayış birlik, eşitlik ve kardeşlik temelinden başlayarak hayatın bütün alanlarında ve süreçlerinde katılımı esas almalıdır.
Bu anlayış birliği, eşitliği ve kardeşliği bozmayacak ortalama bir yaşama tasavvuruna sahip olmalıdır.
Bu anlayış, insanın bizatihi Adem’in evladı olarak eşrefi mahlukat olarak onuruna ve haysiyetine yaraşır asgari bir yaşama standardına uygun hayat sürmesini teminat altına almalıdır. Bu yeni anlayış, insanlar ve toplumlar arasında derin uçurumlar ve farklar olmasına fırsat vermemeli, varlık ve her türlü kişilik özelliklerinden bağımsız olarak herkesin vasat bir ‘yaşama standardı bantı’nda kalması için bilinç oluşturmalı ve yaymalıdır.
Bu ekonomik anlayış bir başlangıç olarak gündeme gelmeli ve üzerinde titizlikle çalışılmalıdır. Bu anlayış insanı merkeze alarak süreç içinde daha çok tartışılmalı, geliştirilmeli ve derinleştirilmelidir.
Katılım ekonomisine geçiş...
Böyle bir şuur üzerinden inşa edilen bu katılımcı anlayış hem insana ve haysiyetine yakışan bir haslettir hem de bereket getiren bir tutumdur.
O yüzden bu yeni ekonomi politik anlayışa özünü izah edici ve kuşatıcı yeni bir isim bulmak zorundayız. Yani yeni bir ekonomi tanımına ve ismine ihtiyacımız vardır.
Bu yeni ekonomi politik anlayış İslam ekonomisi olarak adlandırılabilir. Ancak olumlu olumsuz bütün yapılanların İslam’a mal olma riski olduğu için bundan kaçınmak gerekir.
Bu yeni anlayışa Faizsiz ekonomi de denebilir. Ancak bu da olumsuz bir tanımlama olduğu ve sanki karşı bir reaksiyon algısı oluşturduğu için çok uygun olmayabilir.
Bu açıdan biz diyoruz ki, insanlığın/ademoğlunun bir, eşit ve kardeş görüldüğü, dünyanın ve içindekilerin bütün insanların emrine verildiği, herkesin kullanımına açık olduğu ve doğal olarak da bütün insanlığın dünya ve nimetlerine katılımının esas alındığı bu yeni ekonomik anlayışın adı Katılım Ekonomisi olsun.
Katılım Ekonomisi insanı kaynak değil değer dünyayı mülk değil emanet gördüğü ve herkesin onda hakkı olduğu gerçeğine dayandığı için dünyanın yaratılış amacına daha uygun bir anlayıştır. Bu isim dünyanın ‘yitik cennet’ yolculuğunda bir ağaç altı, bir gölgelik olduğu gerçeğinin anlaşılması ve bu gerçeğin yaşatılması için uygun bir isimdir.
Katılım Ekonomisi insanı değer dünyayı emanet görme anlayışıyla ve bunun oluşturduğu yeni bir zihinle, insanı bir yandan azgınlaştıran ve saptıran bir yandan da acizleştiren bugünkü bozguncu anlayışın yegane çaresidir. Katılım Ekonomisi insanlığın ve dünyanın yeniden kurulmasını sağlayacak, insanlığa yaratılış gayesini varlık amacını idrak ettirecek tek çaredir, tek çözümdür.
20.09.2013