29 Aralık 2016 Perşembe

Modern Dünyada İnsana Bakış


Modernite, kendinden önce mevcut bulunan tüm ontolojik ve epistemolojik anlayışları değiştirmekte, bunun neticesinde de bilim anlayışından siyasete, ekonomiden topluma birçok alanda medeniyetleri kadim geleneklerden koparmakta ve uzaklaştırmaktadır. Modernizmin etkisiyle Hıristiyanlık anlayışı ölümden sonraki cennet hayalini dünyada kurmaya çalışmış, modernite ise bu uğurda insanları bir tür ateizme (inançsızlığa) yöneltmiştir.
Bugün de bu anlayışlar söz konusu hedefini hızla gelişen iletişim teknolojileri ve kapitalizm zihniyeti ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bilginin kaynağı olarak sadece insanı gören bu zihniyet hiçbir değer tanımadan sadece ve sadece insan aklını kullanarak kutsamaktadır. Fakat insana dünyada cenneti vaat eden bu zihniyet zaman içerisinde insanın bizatihi kendisini de esir alan bir yapıya bürünmektedir. Bugün dünyanın her coğrafyasında hızla artan cinnet vakaları, intiharlar bu durumun en açık sonuçlarındandır. Dünya genelinde daha fazla dile getirilmeye başlanan post modern söylemler modernitenin bu sorunlarına çözüm olmaya çalışmakta, fakat kapitalizmin ve medyanın gösterişli dünyasının içinde bu çabalar pek etkili olamamaktadır.
Geleneksel iktisat modern dünyanın inşası sürecinde insan tanımını “Homo Economicus” üzerinden yapmıştır. Homo Economicus maddi tatmin için maksimum faydayı hedefleyen iktisadi bir insan tiplemesidir. Bu insan tiplemesinin aksiyomları olan tam bilgiye sahip olma, seçici olma, doyumsuz olma, tercihlerinde tutarlı olma, bencil olma ve rasyonel olma, modern dünyanın insanını tamamen bireysel menfaatine yönelik hedefleri olan bir fert olarak tasavvur etmektedir. Bu anlayışa göre bireyler sadece kendi menfaatlerini maksimize etme hedefi ile yaşamaktadırlar.
Modern dünyada insan bir yanıyla doğasından koparılıp nesneleştirilmekte, diğer yanıyla bizzat kendisi bu nesneleştirmenin etkisiyle sadece kendini merkeze almakta ve dünyayı kendi mülkü gibi görüp ona göre bir hayat tasavvur etmekte ve bunun için savaşmaktadır. Bu tutum da son derece yaygınlık kazanmakta ve tüm insanlığı tehdit eder hale gelmektedir. Böylece modernizm ve geleneksel iktisat anlayışı insanı ve toplumu sadece kendi menfaatine yöneltmekte, bencilleştirerek ifsat edip insanlıktan ve insani hasletlerden uzaklaştırmakta ve geleceği karartmaktadır.
Modernitenin ve geleneksel iktisadın insanı ve toplumu ifsat etmesinin bir örneği bu yazı üzerinde duracağımız, geleneksel iktisadın bir izdüşümü olan iş dünyasındaki “insan kaynakları” kavramsallaştırması olacaktır.
Temelde ülkelerin savunma sanayi ve iş dünyasının daha hızlı üretim yapması amacıyla geliştirilen iletişim teknolojileri sayesinde hayat da değişime uğramaktadır. İnsanların alışkanlıkları, toplumların tepkileri, şirketlerin organizasyonel yapıları, ulus aşırı şirketlerin yönetimi, hatta insan ilişkileri özellikle 20. yüzyılla birlikte baştan sona dönüşmektedir. Hayatın bütünü sadece ana hatlarıyla değil tüm ayrıntılarıyla değişmektedir. Kapitalizm ve iletişim teknolojilerinin yeni yeni neşvü nema bulduğu coğrafyalarda bu değişim daha net bir şekilde hissedilmektedir.
Kapitalizmin ilk evresi diyebileceğimiz vahşi kapitalizm döneminde yönetici, kadim bilgelikten kopmuş bir biçimde çalışanını insan olarak görmeyen, tabiri caizse köle olarak gören bir vaziyette idi. Fakat zaman içerisinde vahşi kapitalizmden uzaklaşılması, refahın artması, liberal düşüncelerin daha da yaygınlaşması neticesinde, uzaktan yöneten, hiyerarşik sistemin tepesine yerleştirilmiş hükmeden yöneticilerin yerini, çalışanları ile ekip oluşturabilen, hiyerarşinin zincirlerini esnetmiş (zaman zaman da kırmış), hükmetmek yerine yol gösteren yöneticiler aldı. Nasıl ki, ebeveynlerdeki rol değişimi insanların beklentileri doğrultusunda gerçekleşti ise, yöneticilerin rol değişimi de çalışanların beklentileri doğrultusunda şekillendi.
Çalışanların ve şartların tetiklediği bu fitil, yöneticileri etkilediği gibi organizasyonel değişimi de kaçınılmaz kıldı. Bu organizasyonel değişimin kalbinde yatan yapı ise işinin temeline insanı oturtmuş olan eski adıyla “Personel Yönetimi” yeni ismiyle ise “İnsan Kaynakları” birimi oldu.
“Personel yönetimi” olarak adlandırılan bu birimin günümüzde “İnsan Kaynakları” ismini almış olması bile tek başına bakış açısındaki ve yaklaşımdaki değişimi gözler önüne sermektedir. Personel kelimesinin yerini alan “insan” kavramı çalışanların artık yalnızca verilen işi istendiği gibi yerine getiren bir işçi olmadığının, aksine kendi fikirleri, tarzı, kendi hayatı olan varlıklar olduğunun kabulünü göstermektedir. Çalışana yaklaşımın kırılması ve değiştirilmesi personel sözcüğünün yerine insan ibaresinin konulması bir açıdan ileri bir adımdır. Birey, dünyevi bir yapının hizmetkârı olmaktan da bir kuruluşa mahkûm olmaktan da nispeten sıyrılmakta ve hak ettiği şekilde, varlıkların en şereflisi olarak yaratılmış olan “insan” ifadesini tekrar kazanmaktadır.
            Son yıllarda personel yönetimi kavramından İnsan Kaynakları kavramına geçişle birlikte insan tekrar kendine gelmiş ve insanın değerini bulma noktasında mesafe alınmıştır. Ancak daha önceki yazılarımızda “insan kaynakları” kavramına yaptığımız eleştiriler göz önünde tutulursa, görülecektir ki hala alınacak çok mesafe vardır. Çünkü insan hala Batının iktisadi insan modeline uyarlanmış bir şekilde “kaynak” olarak görülmektedir. İnsanın bir kaynak olarak algılanması ise medeniyetimizin insan anlayışına zıt bir düşüncedir.

Hakikat ve geleneğin ışığında bugün insanı yeniden ele almanın zamanı gelmiştir. Bu noktada doğuştan kazandığı “eşrefi mahlukat” olma halini sürdüren insan, hayattaki yolculuğunda yeni bir evreye gelmiş ve “insan değerdir, değerlidir” üzerine bina edilmiş “İnsan Değerleri” kavramının önü açılmıştır.

TÜRKİYE’DE KATILIM BANKACILIĞI FİKRİNİN DOĞUŞU VE KAVRAMSAL ÖNEMİ (MAKALE)


ÖZ
Bu çalışmada Katılım Bankacılığının bugüne kadar geçirdiği tarihsel sürece değinilerek “Katılım Bankası” kavramının bu süreçteki yeri, mevzuata girişi ve işlevsel konumu üzerinde durulmuştur. Katılım Bankası kavramsallaştırmasının Türkiye’ye özgü bir isimlendirme olduğu vurgusu yapılarak bu isimlendirmenin piyasa üzerinde taşıdığı kavramsal öneminin altı çizilmiştir. Katılım Bankaları, Özel Finans Kurumu olarak adlandırıldığı dönemde faizsiz bankacılık hizmetlerinde bir takım sıkıntılar yaşanmıştır. Bu yüzden “banka” takısının kaldırılması ile aynı sıkıntıların yaşanmaması gerektiği tartışılmıştır. “Banka” isimlendirmesinin faizsiz finans sektörüne sağladığı katkının üzerinde durulmuş ve Katılım Bankası kavramının, kar/zarara katılım üzerinden yapılan finansal hizmetleri doğrudan yansıttığı belirtilmiştir. Bu bağlamda Katılım Bankası kavramının sürdürülmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Bu makale İSLAM EKONOMİSİ VE FİNANSI DERGİSİ, Cilt 2 Sayı 1 2016 yılında yayınlanmıştır.
Kaynak Gösterimi APA: Hazıroğlu, T . (2016). Türkiye’de Katılım Bankacılığı Fikrinin Doğuşu Ve Kavramsal Önemi. İslam Ekonomisi ve Finansı Dergisi (İEFD), 2 (1),  119-132.

27 Aralık 2016 Salı

DÖRDÜNCÜ DÜŞÜNCE DALGASI


“Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Ve siz onların yapmış olduklarından sorulmazsınız.” (Bakara, 2/141).
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran, 3/104).
“…Ve Allah; emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 12/21).
Tarihi ve sosyolojik olarak yeni bir toplumsal hareket oluşturacaksak, öncelikle İslam dünyasının son asrındaki İslam düşünce akımlarını ele almakta fayda var. Ancak konuya tam olarak girmeden önce şunu belirtmek gerekir. Tarihi ve sosyolojik olarak Türkiye önemli bir yere sahiptir. Bunun asıl nedeni onun Osmanlı’nın bakiyesi olması, bağımsızlığını bir şekilde koruyarak sömürge olmaması ve aydınının da bunun etkisiyle nispeten daha bağımsız bir zihne sahip olmasıdır. Tabii ki, bu durumu üstünlük (başlık, abilik, reislik vb.) taslamak için değil aksine daha fazla sorumluluk ve daha çok çalışmak için vazife olarak görmek gerekir. Bu açıdan Türkiye’nin düşünce tarihini biraz daha yakından incelemekte yarar var.
Fetret dönemi toplumlarının kendine has bir sosyolojik yapıları olduğu açıktır. Bu tür toplumlarda krizden çıkmak için bir takım siyasal, ekonomik ve toplumsal arayışlar gündeme gelir. Bu arayışlar genelde iki ana eksende gelişir. Geçiş dönemi toplumlarının bu halini Türkiye üzerinden okuyacak olursak durum çok da farklı değildir.
Bu iki ana eksenin buradaki kavramsal karşılığına, her ne kadar durumu tam olarak izah etmese de, Batıcılık ve Doğuculuk (Muhafazakarlık) diyebiliriz.
Batıcılık
Yabancıya özenme akımı olarak doğan Batıcılık mevcut durumdan kurtulmanın yolu olarak Batıyı ve Batılı değerleri görür ve ona öykünür. Doğal olarak da toplumun tarihini, kültürünü, geleneklerini yok sayar; hatta engel olarak, ayak bağı olarak görür. Böylelikle topluma ait değerler terk edilir ve yabancı değerlerle buluşulmaya çalışılır. Bu akım Osmanlı’nın son döneminde Batıda o anda baskın olan Fransız devriminin etkisiyle Fransa üzerinden gelmiş ve bizi etkilemiştir. Öyle ki, devlet adamları ve aydınlar Fransa’da okumak, orada yaşamak için çabalamış ve adeta yarışa girmiştir. Ayrıca devletin resmi okullarında Fransızca zorunlu ders olarak okutulmuştur. Batılılaşma diyebileceğimiz bu akımın öncülerinin örnek aldıkları ve peşinden koştukları bugün bile Batıya rağmen Batıdır (liberal, kapitalist, sosyalist vb.).
Aslında bu durum tam bir yabancılaşmadır. Hem insanın kendine yabancılaşması hem de toplumun kendine yabancılaşması. Yabancıya özenmenin nihai sonucu yozlaşma, başkalaşma ve yok oluş olduğu gibi, Batıcılığın sonu da intihardır.
Doğuculuk (Muhafazakarlık)                                                                                   
Tarihe sığınma akımı olarak doğan Doğuculuk (Muhafazakarlık) mevcut durumdan kurtulmanın yolu olarak tarihi ve tarihteki kahramanları görür ve ona öykünür. Diğer ana akıma göre daha yerli ve millidir. Tarihten ve tarihi kahramanlardan güç almak yerine adeta onları yaşatmaya çalışır. Bu akım krizden çıkma mücadelesi vermesi gerekirken savunmacı bir dil ve üslupla kendini ve tarihini kutsayıp yaşatmaya gayret eder.
Tarihe sığınma da değişik bir yabancılaşmadır. Bu durum, bir bakıma zamana ve bugüne yabancılaşma, bugünden kaçmadır. Oysa tarihin ve toplumsal olayların bir kanunu vardır. Onu anlamazsak o kanun bizi çarpar.
Son iki asırdır İslam dünyasının yöneticileri yönünü Batıya çevirmiş, kendi olmaktan, kendi değerleri üzerinden varoluşunu sürdürmekten vaz geçmiştir. Aydınların Batılılaşma macerası Nizamı Cedid, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet süreçleri ile birlikte bugüne kadar devam etmiştir. Bu çerçevede geliştirilen bütün reform ve yenilik hareketleri bizi Batılı yapmamış, ancak bazı Batılı değerleri bünyemize taşımıştır.
Düşünce Dalgaları
Son iki yüzyıldır, İslam aleminin yaşadığı sıkıntı ve bunalımlar sonucu düşünce ekollerinde duraklamalar ve gerilemeler oldu. Batı karşısında kendine ve değerlerine olan inançlarını, güvenlerini kaybeden Müslümanlar, büyük bir psikolojik yenilgi yaşadılar.
Yaşanan bu süreçle birlikte maalesef sığlık ve taraftarlık çoğaldı, fikriyat ve düşünce irtifa kaybetti. Büyük fikirler, büyük düşünceler, büyük iddialar kayboldu. İktidar ve sermaye etkisiyle yozlaşma, ikbale koşma ve dünyevileşme arttı. İnsanlar niçin var olduklarını ve nereye gideceklerini adeta unuttu.
Oysa Müslümanların psikolojik özgüvenlerini yeniden kazanıp bir ihya ve tecdit sürecine girmeleri gerekirdi. Maalesef bunu tam olarak başaramadılar. Bütün bu olumsuz gidişatın ve gelişmelerin yanında tabii ki özgüven sahibi ve onurlu duruşlar zaman zaman gözlendi. Ancak bunlar doğal olarak yetersizdi ve yeniden ihya için ateşleme görevini ifa etmekten de uzaktı. Oysa hem geleneğe yaslanıp ondan güç alan hem de günümüzü, çağımızı anlayıp kavrayan ve geleceğe yönelen yeni düşüncelere, yeni fikirlere ihtiyaç var.
Dünya ve insanlık için meydan okuyan büyük anlatılara, büyük ve kurtarıcı fikirlere, umut ve heyecan veren düşüncelere ihtiyaç var. O yüzden öncelikle yeni bir düşünce ve fikriyat ekolü oluşturmak gerekir. Oluşacak olan bu ekol kendi içinde bir geleneğe yaslanmalı ve o gelenek üzerinden bugüne taşınmalı ve yenilenmelidir.
Düşünce ve fikriyat ekolünü oluşturma konusunda bazı ustalar yolumuzu aydınlatıyor. Bu ustalar; kurtuluş kavgası veren Mehmet Akif, varoluş ve referans kavgası veren Necip Fazıl ve medeniyet kavgası veren Sezai Karakoç’tur.
İslam dünyasının genel düşünce çizgisini Osmanlı ve Türkiye üzerinden okuyacak olursak yaklaşık tablo şudur. İslamcı düşünce bugüne kadar tarihi ve sosyolojik olarak üç dalgadan oluşmaktadır: 1. Kurtuluş, 2. Varoluş, 3. Diriliş.
Bu üç düşünce dalgasını ayrı ayrı analiz etmek gerekir.
I.                   Birinci Düşünce Dalgası: Kurtuluş
Birinci düşünce dalgası olan Kurtuluş, Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan, o koşullarda kurtuluş/yok oluş kavgasının verildiği ölüm kalım savaşından doğan bir dalgadır. Osmanlı devleti nasıl kurtulur düşüncesi bu dalgada önemli ve baskın bir rol oynamıştır. Özellikle hikmet ve sıratı müstakim arayışları bu sürecin temel taşlarıdır. Büyük bir kurtuluş ve varoluş/yok oluş kavgası veren birinci düşünce dalgasının aydınları cumhuriyetin kuruluşunu ve son yüzyılı derinden etkilemişlerdir.
Bu düşünce dalgası nispeten Batının etkisinde kalmış ve bazı konularda onun örnek alınması gerektiğini ileri sürmüştür. Batının gelişmişliği, tekniği vb. özellikleri bu düşünce dalgasını etkilemiştir. Bu dalgada Batının maddi medeniyetini takdir ve örnek alma, manevi medeniyetini ise eleştirme ve örnek almama göze çarpar. Ancak o dönemin şartları düşünülürse bunu mazur görmek yerinde olur. Zira tarihi ve sosyolojik olarak girilen süreçte oluşan iki ana akımdan biri olan ve devletin desteğiyle genel olarak daha baskın gözüken Batılılaşma akımının bu dalgaya etkisi yüksektir. Üstelik o günlerde Batının gerçek yüzü (ötekini insan görmeme, çifte standartlı tutum alma, insani değerleri istismar etme, ırkçı, dinci ve sömürgeci davranma vb.) bugünkü kadar açık ve net olarak ortaya çıkmamıştı. O yüzden bu durumu anlayışla karşılamak gerekir.
Bu kurtuluş/yok oluş kavgasında Mehmet Akif başat rol oynamıştır. Mehmet Akif’in yanında Filibeli Ahmet Hilmi, Said Halim Paşa vb. aydınlar birinci düşünce dalgasının ileri gelenleri olup, fikriyatın gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır.
II.                İkinci Düşünce Dalgası: Varoluş
İkinci düşünce dalgası olan Varoluş, tam anlamıyla bir varoluş kavgası olup aynı zamanda bir inşa sürecinde verilen mücadeledir. Bu mücadelede arka planda, “Referans İslam’dır,” anlayışı egemendir. Büyük bir dejenerasyon ve kendini inkar üzerinden gelişen Batıya yönelmeye ve yabancılaşmaya karşı verilen “Büyük Doğu” kavgası tam da budur. Bir açıdan bu dalga cumhuriyetin inşa sürecinde Batılı değerlerin hakim kılınması çabası ve onun oluşturduğu tartışmalar (kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, komünizm, laiklik, kemalizm vb.) karşısında “Bu da var, çare İslam’dır,” diye haykıran bir meydan okumadır.
Bu düşünce dalgasının başını çeken Necip Fazıl’ın yanında Nurettin Topçu, Said Nursi vb. aydınlar ile bazı hocalar da fikriyatın gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır. Özellikle de Nurettin Topçu’nun yerlilik, millilik ve Anadoluculuk kavgası ile Said Nursi’nin Batıcılığa ve pozitivist anlayışlara karşı verdiği iman kurtarma mücadelesini unutmamak gerekir.
III.   Üçüncü Düşünce Dalgası: Diriliş
Üçüncü düşünce dalgası olan Diriliş, tam bir yeniden doğuş kavgasıdır. Bu dalga ile ötelere ait olan diriliş adeta bu dünyaya taşınmış ve bu dünyada da diriliş olabilir, İslam da insanlık da, medeniyet de yeniden dirilebilir denilerek umut tazelenmiş ve “diriliş davası”nın temelleri atılmıştır.
Diriliş dalgası, kurtuluş ve varoluş dalgalarını daha ileri taşımış, sistemleştirmiş, bütünleştirmiş ve medeniyet boyutuna getirmiştir. Batıya, doğuya, kuzeye ve tüm dünyaya karşı sistem bütünlüğü içinde bir çözüm geliştirmiştir. Bu düşüncede yeniden kurtuluşun, yeniden dirilişin mümkün olacağı fikri baskın olmuş ve umutlar yenilenmiştir.
Bu düşünce dalgasının mimarı olan Sezai Karakoç bu fikriyatı birer birer örmüştür. Bu dalganın isimlendirmesinde ve etkisinde Sezai Karakoç doğal olarak temel aktör olmuştur. Bu ustanın etrafında yetişen veya ondan etkilenen Nuri Pakdil, Rasim Özdenören vb. aydınlar hem Diriliş dalgasından etkilenmişler hem de bir şekilde onu etkilemişlerdir.
Yeni Düşünce Dalgası İhtiyacı
Bütün bu düşünce dalgalarının ilişkileri sürekli birbirini etkileyen, besleyen, geliştiren ve ileriye taşıyan biçimde gelişmiştir. Söz konusu düşünce dalgaları birbirinin devamı, tamamlayıcısı ve aynı zamanda haber vericisidir. Bu bir bakıma “Yarına yöneliş ve yenilenme ilahi bir yasadır,” gerçekliğinin tezahürüdür.
Geleneği diğer bir deyişle öz ve temel değeri koruyarak yaratıcı bir zihinle yenilikçi ve keşfedici bir çabayla fikriyatın yeniden üretilmesi tarihsel olarak bir zorunluluktur. Bu vazife takatimiz oranında hepimizi bağlayan bir sorumluluktur.
Evet, gerçek anlamda köklerini, özünü ve temel değerlerini koruyan devrimci bir harekete ihtiyaç vardır. Biz buna geleneğin özünden ve kökünden beslenip neşet ettiği ve büyük bir dönüşüm hedeflediği için “Gelenekli Devrimcilik” diyoruz. Bu gerçeklerin ışığında yeni bir düşünce dalgası kaçınılmaz görünmektedir. İşin açıkçası, bu ustaların öncülüğünde geliştirilen bu üç düşünce dalgası üzerine bina edilmiş, onlardan izler taşıyan ancak kendisi olan yeni bir düşünce dalgası gelmektedir. Biz buna dördüncü düşünce dalgası diyoruz.
IV.    Dördüncü Düşünce Dalgası: Yüceliş
Yüceliş felsefesinin özü geniş ve derin anlamda üç temel üzerine oturur: Bunlar insanca varoluş, yürüyüş ve yüceliştir. Ancak dar ve basit anlamda konuyu ele alacak olursak söz konusu üç düşünce dalgası olan kurtuluş, varoluş ve diriliş dalgalarından sonra oluşan yüceliş dalgası yeni düşünce dalgası olarak kapıya dayanmıştır.
“Yüceliş felsefesi” üzerine bina edilmiş bu dördüncü düşünce dalgasına özünü ve sürecini ifade açısından “Yüceliş dalgası” diyoruz. Geçmişteki düşünce dalgalarının zirvesi, bundan sonrakilerin de kaynağı olan Diriliş düşünce dalgasından neşet etmiş olan Yüceliş, henüz fark edilmemiş ve isimleşmemiş bir dalgadır. Ancak bu dalga şimdiden birçok işaret vermektedir.
Dördüncü düşünce dalgası olan Yüceliş, geleneğin özünü koruyacak ve onu bugüne taşıyacaktır. Öncekiler gibi bir kişinin mahareti ile değil (çünkü böyle bir kişi yoktur) bir topluluğun, bir kadronun çabası ile kendini hissettirecektir. Dördüncü düşünce dalgası, bu üç düşünce dalgasının izini süren ve o ustaların fikriyat geleneğinden gelen Müslüman aydın bir kadro tarafından oluşturulacak, geliştirilecek ve yaygınlaştırılacaktır. Bu düşünce dalgası İslam alemini olduğu gibi batıyı, doğuyu, kuzeyi ve güneyi daha iyi ve daha yakından tanıyacaktır. Kendini daha özgün kılacak ve daha kendisi yapacaktır.
Bugüne kadar söz konusu düşünce dalgalarının İslam Birliği tanımında baskın karakter düşünce birliği olmuştur. Öyle ki, zaman zaman düşünce birliğini sağlamak için mezheplerin birleştirilip tek bir mezhebe dönüştürülmesi gibi tartışmalar dahi yapılmıştır. Oysa dördüncü düşünce dalgası farklı düşünceleri bağrında taşıyan, herkesin ve her eğilimin kendisi olarak var olup yer aldığı “birliktelik” anlayışı üzerine kurulu bir “birliği” esas alacaktır.
Dördüncü düşünce dalgası, yeni yapılanmanın temellerini atacak, materyalizmin kıskacına sıkışmış insanlık ve dünya için umut tazeleyecek, imkan kapılarını aralayacak ve yaratıcı bir atmosfer oluşturacaktır.
Dördüncü Düşünce Dalgasının Temel Özellikleri:
Ø  Birlik, bütünlük ve süreklilik içeren bir fikriyat olmak,
Ø  Bir topluluk tarafından oluşturulmak,
Ø  Tarihi ve sosyolojik esaslara dayanmak,
Ø  Geleneğin özünü koruyup ona yeni bir halka ilave etmek,
Ø  Daha özgün ve daha kendi olmak,
Ø  Birlik anlayışıyla herkesi ve her eğilimi kuşatmak,
Ø  Bugünkü insana dokunup onu harekete geçirmek,
Ø  Yaygın bir toplumsal harekete baz teşkil etmek,
Ø  İslam alemini birleştirecek ve enerjisini açığa çıkaracak bir birlik şuurunu tetiklemek,
Ø  Batının vicdanını ve fıtratını tetikleyecek bir insanlık dil ve üslubunu kullanmak,
Ø  İnsanca varoluşun temelleri olan ahlak, ihsan ve erdem değerlerinin hayat bulmasına ve insanlığı kuşatmasına zemin hazırlamak,
Ø  Gelecek, insanlık ve dünya için yeni bir umut, heyecan ve iklim oluşturmaktır.
İnsanlığın ve dünyanın yeniden kuruluşu yolunda kurtuluş kavgası veren Mehmet Akif, varoluş/referans kavgası veren Necip Fazıl ve medeniyet kavgası veren Sezai Karakoç’un temellendirdiği ve bu günlere taşıdığı düşünce dalgalarını güncelleyip yeniden oluşturmanın ve yeniden yapılandırmanın ve dördüncü düşünce dalgası olan Yüceliş’e evirmenin zamanı gelmiştir.
Evet, dördüncü düşünce dalgası üzerinden neşet etmiş, yeni bir zihinle yeniden tasarlanmış yeni ve özgün bir kurtuluş hareketi oluşturmanın vakti gelmiştir.
Evet, devrimci bir “kurtuluş hareketi” ihya, inşa ve imar etmenin vakti gelip de geçmektedir.
Evet, Yüceliş’in vakti gelmiştir.
Evet, kurtuluş, varoluş ve diriliş düşünce dalgaları üzerine bina edilmiş “Yüceliş” doğmuştur.

25 Ekim 2016 Salı

YÜCELİŞ


“Allah: “Ey Adem, zevcenle birlikte cennete yerleşin, dilediğiniz yerden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşıp da zalimlerden olmayın!” dedi. Derken şeytan, kendilerine örtülmüş olan ayıp yerlerini açmak için ikisine de vesvese verdi ve: “Rabbiniz size bu ağacı yalnızca birer melek olmamanız yahut ölümsüzlüğe kavuşmamanız için yasak etti” dedi. Ve: “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye ikisine de yemin etti. Bu şekilde onları kandırıp sarktırdı. Bunun üzerine o ağacın meyvesini tattıklarında, ikisine de ayıp yerleri açılıverdi ve üzerlerini üst üste cennet yapraklarıyla yamamaya başladılar. Rableri onlara: “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı, haberiniz olsun bu şeytan size açık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi. Onlar: “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik; eğer Sen bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz” dediler. Allah: “Kiminiz kiminize düşman olarak ininiz! Size bir süreye kadar yeryüzünde yerleşmek ve bir nasip almak var kaderinizde” buyurdu. “Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan dirilip çıkarılacaksınız” dedi. Ey Adem oğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süs olacak giysi indirdik; fakat takva elbisesi hepsinden hayırlıdır. İşte bu, Allah’ın ayetlerindendir. Gerek ki, düşünüp ibret alırlar. Ey Adem oğulları, şeytan nasıl ki, anne-babanızı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için cennetten çıkardıysa sakın sizi de belaya uğratmasın! Çünkü o ve yandaşları sizleri, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yönden görürler. Biz, o şeytanları imana gelmeyenlerin dostları kılmışızdır.” (Araf, 7/19-27).
“Doğrusu arınan, felah bulmuştur.” (Ala, 87/14).
“Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona, hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene yemin olsun ki, onu arıtan, gerçekten felaha ermiştir. Ve onu örtüp kirleten ise muhakkak ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/7-10).
“Eşrefi mahlukat” yani yaratılmışların en şereflisi olan insan, bu hasletini Allah’tan almıştır. Öyle ki, “Gerçek şu ki, önce sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: “Adem’e secde edin!” dedik; hemen secde ettiler, ancak İblis secde edenlerden olmadı,” (Araf, 7/11) ayetinde belirtildiği gibi, meleklerin bile ona saygı anlamında secde etmesi istenmiş ve onlar da İblis hariç secde etmişlerdir.
Allah’tan aldığı bu şerefi korumak ya da kaybetmek, açıkçası yaratılışta kazandığı bu değeri taşıyıp taşımamak, insanın kendi iradesinde, kendi elindedir. Tam da bu yüzden her insan irade/ihtiyar sahibi, özgür bir varlık olması hasebiyle şereflidir ve saygıyı hak eder. İnsanın bu halini koruması da yine kendi sorumluluğundadır.
İşin açıkçası insana şerefi yaratılışta Allah vermiştir ve insan bu özelliği ile diğer tüm canlılardan ayrılmıştır. İnsanın bizatihi yaratılıştan, doğasından aldığı bu şeref, onun en doğal, vazgeçilemez, müdahale edilemez ve devredilemez hakkıdır. İnsanın daha doğarken hak ettiği bu hasletini hiç kimse hiçbir gerekçeyle elinden alamaz.
İnsan, ancak kendi hür iradesiyle bu şerefi bizzat kendisi kaybeder, “esfeli safilin” yani aşağıların en aşağısı olur. Veya yine ancak kendisi bu şerefini muhafaza eder ve onu daha da yukarılara taşır, yüceltir. Başka bir deyişle, insan ya esfeli safilin olur aşağılara iner ya da insan kalır, insan olur, “insanı kamil” olur ve Yüceliş’i yaşar.
İnsana düşen doğuştan kazandığı bu şerefi, bu onuru aşağılara düşürmek değil yukarılara çıkarmak yani yüceltmektir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki insan için en önemli görev; kendi içinde derinleşerek ve kendi dışına açılarak Yüceliş’i yaşamasıdır.

Yüceliş’in Öyküsü
Yukarıda sözünü ettiğimiz “Yüceliş” kavramı aslında Hz. Adem’in yani İnsan’ın;  yaratılışı, cennet hayatı, kaybedilen imtihan sonrasında yeryüzüne indirilişi ve tekrar cenneti kazanma mücadelesinin öyküsü olarak da okunabilir.
Öyle ki,  bu öykü,  insanın yeryüzüne düşüşü sonrasında tekrar cenneti kazanma mücadelesi gibi özetlenebilse de, aslında bu durum insanın içinde imtihanın olduğu ve sonsuzluğu noktasında bilgi sahibi olmadığımız bir cennetten, imtihanın olmadığı ve sonsuz bir cennete Yüceliş’inin hikayesi şeklinde de okunabilir.
Bu noktada sözünü ettiğimiz “Yüceliş Fikri”ni diğer bir deyişle “Yüceliş Düşüncesi”ni İnsan’ın/Adem’in öyküsü üzerinden şöyle özetleyebiliriz:
1.  Adem’in yani insanın hikayesi cennette başladı. Allah, varlığının hikmeti bilinsin diye Adem’i yarattı ve ona cenneti verdi.
2.  Adem kendisine bir arkadaş istedi ve Allah, Havva’yı yarattı. Ve Allah onlara, dilediğinizden yiyin, ancak şeytana uyup şu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursunuz, dedi.
3.  Şeytan da, Rabbiniz bu ağacı yalnızca ölümsüzlüğe kavuşmamanız için yasak etti ve ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim, dedi.
4.  Adem ile Havva şeytana uyup ağacın meyvesini tattılar ve bu hata sonucu her ikisinin de avret yerleri açıldı. Ve bunun üzerine onlar, Rabbimiz biz kendimize zulmettik sen bizi bağışla yoksa hüsrana uğrayanlardan oluruz, dediler.
5.  Allah da onlara, sizlere cenneti bir kez ikram ettik ancak bunun kıymetini bilemediniz artık onu hak etmeniz gerekir, imtihan için yeryüzüne inin ve nasip almaya çalışın, dedi.
6.  Böylece yaptığı bir hata sonucu, Adem/insan yeryüzüne düştü. Yani sıladan gurbete düştü.
7.  Ve bu düşüşle birlikte, “eşrefi mahlukat” olan yani yaratılmışların en şereflisi olan ademin/insanın her an süren imtihanı başlamış oldu.
8.  İnsan artık, ya doğru yolda yürüyüp “kamil insan” olacak ya da doğru yoldan ayrılıp “esfeli safilin” yani sefillerin en sefili olacaktır.
9.  Ve böylece yeryüzüne düşen insanın yani dedemiz Adem’in davası, düştüğü yerden tekrar sılaya dönme mücadelesi, asıl yurduna yücelişi başlamış oldu.
10. İşte bu düşüşten sonra insanın kendi içinde derinleşerek arınması ve kendi dışında açılarak yücelmesine “Yüceliş davası” diyoruz. Yüceliş; insanın kendine dönmesi, kendine yolculuk yapması, arınarak yücelmesi kısaca “adam olma” çabasıdır.
11. Her biri kendi içinde yücelişi yaşayan ve yüceliş yolculuğuna çıkan insanların oluşturduğu topluluğa da “Yüceliş toplumu” diyoruz.
12. Söz konusu yüceliş bilincini taşıyan ruha ise  “Yüceliş ruhu” diyoruz.
Bir anlamda dedemiz Adem’in ikram edilmiş cenneti bir hata yüzünden kaybedişi, dünyaya düşüşü ve tekrar cennete dönüşü şeklinde özetleyebileceğimiz öykü tam da üzerinde durduğumuz bu Yüceliş davasının özüdür diyebiliriz.
Bu öykü Adem’in şahsında aslında insanoğlunun bir öyküsüdür. İnsanoğlunun bu öyküsünde Adem ile Havva isyan etmemiş sadece kendilerine verilen uyarı dinlemeyip acele ederek bir hata yapmışlardır. Dolayısıyla kendi çabalarıyla girmedikleri cenneti kaybetmiş ve dünyaya düşmüşlerdir. Tekrar oraya dönmek ve onu yeniden kazanmak için artık çalışmak ve çabalamak durumunda kalmışlardır. Kaldı ki, yüksek emekle kazanılacak olan cennet yitirilen cennetten çok daha farklı ve anlamlı olacaktır.

Yüceliş Felsefesinin Özü
İnsanın niçin var olduğunun, nereden gelip nereye gideceğinin ve hayatın anlamının cevap bulduğu “Yüceliş Felsefesi”, Yüceliş fikriyatının özünü oluşturmaktadır. Bu felsefe insanın genel ahvali ve gidişatı açısından hayatı ve insan serüvenini bir bütünlük ve süreklilik içinde ele alır.
Yüceliş, yükselişin üstünden ve ötesinde anlamlar taşır.  Zira yükselme bir şeye nispetle yukarı olma halidir ve karşıdakini aşağı görür. Oysa yüceliş öncelikle öz niteliklerini artırmak, kendini güçlendirip tahkim etmek, içsel arınmayla yani kendi iç yapısıyla yukarılara çıkmadır. Yüceliş gücünü ve enerjisini, “ben ve öteki”, “biz ve onlar” anlayışından uzak bizatihi kendi ontolojisinden, içsel ve dışsal tekamülünden alır.
Yüceliş, bir yönüyle secdede olmak, toprak olmak, mütevazi olmak, diğer bir yönüyle sadece Allah’a bağlı olmanın verdiği coşkuyla engin vakar sahibi olmaktır. Her tür engeli aşıp içte derinleşerek, olarak, oluşarak, olgunlaşarak enginleşmek, dışta vererek ve ihsan ederek yıldızlaşmaktır. Yüceliş bir arınış hali, bir arınma yolculuğudur. Başka bir ifadeyle, yüceliş bir yönüyle tam bir çağdaş tasavvuf demektir.
Geldiğimiz bu noktada hayatın tezahürü olan geçmiş, şimdi ve gelecek ışığında daha anlaşılır olması amacıyla Yüceliş Felsefesini oluşturan üç temel üzerinde durmamız gerekmektedir.
1. İnsanca Varoluş
İnsan için Varoluş, esasında yaratılış ile başlayan, bugünle devam eden ve gelecekte de sonsuza dek devam edecek olan “Kalu bela”da başlayıp ahirete uzanacak bir süreçtir. Nereden geldiğimizin ve nereye gideceğimizin ilk işaretidir.
Adem yani insanoğlu cennette var olmuş, orada yaşamış ve bir hatası sonucu dünyaya düşmüştür. Başka bir deyişle cenneti yeniden kazanmak için, imtihan için dünyada yeniden doğmuştur.
2. Yürüyüş
Yürüyüş, cennetten dünyaya düşüşle başlayan, dünyadaki doğuşumuz ve yaşayışımız ile devam eden ve bugün de bir umut olarak var olup yaşayan bir süreçtir. Yürüyüş yani hareketleniş her zaman ve her koşulda taze ve diri olan umudun çağrısıdır.
Yürüyüş bir anlamda insanın yeryüzünün halifesi olarak yaratılması ile dünyayı imar ve ıslah düşüncesinin ve çabasının ete kemiğe bürünmesi, yaşamda karşılık bulmasıdır.
3. Yüceliş
Yüceliş, insanlığın temelleri insanca varoluş üzerine oturan, insanlığın hareketlenişi yürüyüşle canlanan ve yenilenen tarihsel yolculuğun bugüne tekabül eden sürecidir. Bir anlamda varoluşa yaslanarak harekete geçilmesi ve hareket üzerinden hayatın tekamülüdür. İnsanı kamil yolculuğudur. Hayatın anlamı ve geleceğidir.
“Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona, hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene yemin olsun ki, onu arıtan, gerçekten felaha ermiştir. Ve onu örtüp kirleten ise muhakkak ziyana uğramıştır,” (Şems, 91/7-10) şiarı uyarınca insanın arınma yaşayarak gelişim yolculuğuna çıkması, tekamül yaşamasıdır.
Felsefi temellerini “insanca varoluş, yürüyüş ve yüceliş” ekseninde kuran ve güçlü, derin dayanaklara sahip olan “Yüceliş”  fikriyatının kendini geliştirerek, arınarak, ahlaki temelde olgunlaşarak hayat bulması tüm insanların yegane umudu olmasına imkan sağlayacaktır.
Sözünü ettiğimiz bu üç temel felsefi düşünüş üzerinde yükselecek olan “Yüceliş” fikri birey, toplum ve tüm kainat olmak üzere üç ayrı boyutuyla yaşanacak bir süreci de müjdelemektedir.
Bunlar:
Ø  Bireyin kendi içyapısı ve iç bütünlüğüyle büyük bir şahsiyet kazanarak arınması, iç yükselme yaşaması, ahlaki olgunlaşması, ihsan ve erdemle buluşup yücelmesidir.
Ø  Toplumun kendi içyapısıyla kendini bulması, bir toplumsal bütünlük içinde hak ve adaletin, birlik ve eşitliğin hayat bulması, toplumun bu temel değerleri yaşayarak ilerlemesi ve yücelmesidir.
Ø  Tüm insanlığın ve kainatın kendi içyapısıyla ve iç bütünlüğüyle harekete geçmesi, Allah’a yönelmesi ve yücelmesidir.

Geçmişten Bugüne, Bugünden Yarına “Yüceliş”
Şimdiye kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere “Yüceliş” hep ileriye, geleceğe, yarınlara yani cennete doğru yönelmiş bir yolculuk fikrini temel almaktadır.
Evet, bu dünyada aradığımız ideal, geçmişte yaşanmış olabilir. Ancak biz, asıl ideal ileride, yukarıda yani cennettedir diyoruz. Bunu derken de Yüceliş kavramını sadece cennete yönelmek olarak değil, bu dünyayı da kapsayacak, onu yaşanılır kılacak ve nihai hedef olarak cenneti gözetecek bir “arınma yolculuğu” olarak görüyoruz. Bu noktada rahatlıkla insanın, toplumun ve insanlığın yücelişi üzerinden cennete yöneliş, cennete yüceliş kaçınılmaz bir süreçtir diyoruz.
İçinde bulunduğumuz bu vahşi ve gayri insani çağda ideal dönemi geçmişte, tarihte görmek bir dereceye kadar anlaşılabilir bir durumdur. Ancak geçmişte yaşanmaz, yaşanamaz. Geçmiş bugünü anlamak ve kavramak, geleceği inşa etmek ve yüceliş için bir derstir, bir imkandır, daha doğrusu bir zorunluluktur.
Evet, biz biliyoruz ki geleneksel düşüncede ilerlemeci ve gelişmeci anlayışlara karşı belli mesafeler hep olagelmiştir. Hatta gelişimi ileriye doğru değil aksine dairesel, döngüsel gören anlayışlar da olmuştur. Ancak geçmişten bugüne bugünden yarına yolculukta yeni zihnin ve yeni felsefenin vakti gelmiştir.
Doğrusu, insanlığın fıtratı arayışına karşı gelecek bir çağdaş düşünce sistemi ancak ve ancak arınmayla insanın yücelişi, ihsanla toplumun yücelişi ve erdemle insanlığın yücelişi üzerinden oluşturulabilir ve geliştirilebilir.

Ne Yapmalı?
Buraya kadar sözünü ettiğimiz “Yüceliş” kavramsallaştırmasından sonra içinde bulunduğumuz yani yaşadığımız hayata döndüğümüzde cevaplanması gereken esaslı bir soru önümüzde bekliyor:
Sözü edilen Adem’in yani İnsan’ın Yüceliş öyküsünde bugünün insanı olarak bizler Yüceliş yolculuğuna nereden katılacağız, Yüceliş için ne yapacağız?
İnsanı yaratan Allah, ona iki ayrı istikamet sunmuştur. Bunlar iyiye/hayra ve kötülüğe/şerre yönelten yollardır. Bu açıdan değerlendirildiğinde insan ne saf iyidir, ne de saf kötüdür. İnsan iyiliği seçip onu besler ve büyütürse insanı kamil olur ve yücelir, kötülüğü seçip ona yönelirse hüsranı yaşar ve aşağılara iner.
Bu noktada iyiliği seçmenin, ilk ateşlemeyi yapmanın yolu ahlaki temelde bir şey beklemeden vermek, ihsan ederek iyilik yapmak ve bunu yaygınlaştırmaktır. İhsanla, ahlakla ve erdemle olgunlaşarak gelişen insan, iyiliğin önünü açmakla kalmaz, aynı zamanda insanlığın dirilişine de katkı sağlamış olur. Böylece ihsan, ahlak ve erdem gibi temel insani değerler yaygınlaşıp hayat bulur, tüm insanları kuşatıp toplumsallaşır. İşte insanlığın yeniden ihyası, inşası ve imarı ancak böyle bir süreçle gerçekleşebilir.
Derin ve ufki olarak düşünüldüğünde hayat dediğimiz şey aslında ihsan üzerinden gelişen bir yüceliş yolculuğu, bir yüceliş hareketidir. Bu yolculukta bir yandan yüceliş yaşanırken diğer yandan da gönül tevazu ile alçalır.
Geldiğimiz noktada başta ihsan olmak üzere ahlak, erdem ve tevazu Yüceliş yolculuğundaki insanın en temel değerleri ve atacağı ilk adımların referansları olmalıdır.

Yarına Yöneliş İlahi Bir Yasadır
Şimdiye kadar özet olarak çerçevesini çizmeye çalıştığımız “Yüceliş” için yarına yöneliş ilahi bir yasadır diyebiliriz. O yüzden yarına yönelmenin, ilerlemenin yani yücelmenin vakti gelmiştir. İnşallah bu Yüceliş fikri, hakikat ve geleneğin rehberliğinde, ustaların izinde genişler, olgunlaşır, ete kemiğe bürünür; kısaca hayat bulur.
Bu topraklardaki meselesi olan insanların yıllardan beri üzerinde yoğunlaştığı, hakikat ustası öncülerin bugünlere taşıdığı bu bayrağı almak ve onların izlerini sürerek genişletmek, ilerletmek ve bu çerçevede takatimiz oranında çalışmak boynumuzun borcudur. Bu mücadele herkesin kendi takati ve şuuru oranında sorumlu olduğu bir mücadeledir. Artık hep beraber yola çıkmalı, işleri birlikte ve beraberce düşünerek, tartışarak yapmalı ve bir söz, bir fikir oluşturmalı ve buradan kalkarak hareket etmelidir.
Mücadelemizin ufku, insanlığın ve dünyanın yeniden kurulumunu esas almalıdır. İnsanlığın içinde bulunduğu kuşatmayı yarmanın ve “başka bir yolun mümkün olduğu”nu göstermenin zamanı gelmiştir.
Bu açıdan biz diyoruz ki, yeni bir yaratıcı fikir, ana fikir, çatı fikir oluşturmanın ve altını doldurmanın zamanı gelmiştir. Ve bu çerçevede bir “söz” oluşturmak ve yine buradan hareketle bir “mücadele zemini” kurmak önümüzde duran acil ve önemli bir görevdir ve Yüceliş Fikri buna imkan sağlayabilir.
İnsanların bir, eşit ve kardeş olduğu, Allah ve hukuk önünde herkesin eşit olduğu, farkın ancak vermek, iyilik yapmak ve ihsanda bulunmak üzerinden oluşabileceği bir yolculukta, insanın çabası, azmi, emeği, fedakarlığı, iyiliği ve ihsanı oranında hayata ve kainata katıldığı hareket Yüceliş hareketidir.
Geniş ve derin anlamda ele alındığında “yaratılış üzere olmak” olan ve kökeni “halak” yani yaratmak olan “hulk” kavramı, doğal olarak “ahlak” kelimesi bizi kuşatan ve sarmalayan bir çerçeve ve hareket metodu çizmektedir. İşte ahlaki temelde var oluşumuzu sürdürmek, Yüceliş’tir.
Ahlakı ve hukuku temel alıp, onun üzerinden her şeyin (siyasal, ekonomik, toplumsal vb.) inşa edildiği toplum “Yüceliş Toplumu”dur.
İnsanın kaynağa ve tüketiciye, toplumun sürüye, dünyanın mülke ve mala döndüğü/dönüştürüldüğü bu zamanda insanlık için yegane umut Yüceliş hareketidir.
İnsanın vererek, ihsan ederek, kulluk yaparak, arınarak yüceldiği, yüceliş yaşadığı, toplumların ve tüm insanlığın bu harekete içten ve gönülden dahil olduğu, bu mübarek yolculuğa iştirak ettiği hareket Yüceliş hareketidir.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Türkiye Zorluklardan Güçlenerek Çıkıyor


Türkiye 15 Temmuz 2016 gecesi bir darbe girişimine maruz kalmıştır. Milletin seçtiği meşru hükumet ve Cumhurbaşkanı, devletin içine çöreklenmiş Batı ile ilişkili darbeci bir grup tarafından saldırıya uğramıştır. Halk düşmanı bu vatan hainlerinin darbe teşebbüsünü lanetlemek her yurtsever insanın görevidir.

Bir aydır gündemimize oturan 15 Temmuz 2016 darbe girişimi verdiği zararlar ile hepimizi üzmüştür. Yaklaşık 250 şehit ve binlerce gazi verdiğimiz darbe girişimi elbette ki ülke ekonomisini de etkilemiştir. Ancak bu etki çok kısa olup bir ay geçmeden taşlar yerine oturmuştur.

Darbe teşebbüsünün başarısız olmasının kökenlerini halkın ülkesine duyduğu güvende aramak lazımdır. İnsanlar kendilerini güvenlik içinde hissettikleri zaman sadakatten ayrılmayacakları tarihi bir olgudur. Kişinin içerisinde yaşadığı topluma ve ülkeye güveni varsa onu korumaya, geliştirmeye ve ileriye taşımaya gayret edecektir. Bu yüzden de halk bu darbe girişimi esnasında geçmişte olduğu gibi darbecileri adeta bir kurtarıcı gibi görmemiştir. Milletin müdafaası güvendiği ülkesinin geleceğini tehlikeden korumak için canı pahasına da olsa darbecilere karşı olmuştur. Darbe girişiminde bulunanların da hesaplayamadıkları halkın vereceği bu meşru tepki olmuştur.

Türkiye son yüz yıl içerisinde askeri darbelerle birçok devlet adamını kaybetmiş, büyük zararlara uğramıştır. 1960, 1971, 1980, 1997 askeri darbeleri o günkü nesilleri etkilemiş ve ülkeyi siyasi ve ekonomik olarak hep geriye götürmüştür. Türkiye ekonomisi 2001 krizinden epey olumsuz etkilenmiş, bankacılık sektörü güven kaybetmiş ekonomik ilerleme ve kalkınma sekteye uğramıştır. 2001’de siyasiler arasındaki çalkantılar 3-4 gün içinde borsanın %29,3, Türk Lirasının %130 kadar değer kaybetmesine ve enflasyonun %90’lar seviyesine çıkmasına sebep olmuştur.

Türkiye ekonomisinin yakın dönem tarihini Milli Gelir üzerinden incelersek, 2000 yılında 265,4 Milyar USD olan gayri safi milli hâsıla küçük kırılmalar dışında yükselmiş ve 2015’de 720 Milyar USD’ye (1.9 Trilyon TL’ye) çıkmıştır. 2000 yılından bu yana Milli Gelir Dolar bazında 3-4 kat, TL bazında 11 kat büyümüştür. Ülke ekonomisi 2008 küresel finans krizinden de etkilenmiş ancak hemen ardından büyüme göstermiştir. Bunun yanında artan dış ticaret ülkenin küresel anlamda dünyaya açılmasını sağlamıştır.

Tarih
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
GSMH (%)
6.8
-5.7
6.2
5.3
9.4
8.4
6.9
4.7
TL (Milyar)
166.7
240.2
350.5
454.8
559.0
648.9
758.4
843.2
USD (Milyar)
265.4
196.8
230.5
304.9
390.4
481.5
526.4
648.8
Tarih
2008
2009
2010
2011
2012
2013
2014
2015
GSMH (%)
0.7
-4.8
9.2
8.8
2.1
4.2
3
4
TL (Milyar)
950.5
952.6
1098.8
1297.7
1416.8
1567.3
1749.8
1953.6
USD (Milyar)
742.0
616.7
731.6
774.0
786.3
823.0
800.1
720.0

 

Niceliksel yükselişin yanı sıra kurumların nitelik gücü de artmıştır. 2005 Bankacılık Kanunu ile bankacılık sağlam temellere oturtulmuş ve 2000’lerde yaşanan bankacılık krizindeki mağduriyet halka yaşatılmamıştır. Bizim de faaliyet göstermiş olduğumuz Katılım Finansı sektöründe Türkiye 4 büyük pazar içine girmiştir. 2012 yılında yürürlüğe giren Yeni Türk Ticaret Kanunu da ekonomideki niteliksel gelişimlere örnek gösterilebilir.

O zamanın işsizlik furyasında mağdur olan gençler bugün, 2016 yılında, iş adamı oldular. 15-20 yıl önce darbelerin bu ülkeye neler yaşattığını iyi biliyorlar. 2002’den itibaren değişen yeni siyasi iktidarın ekonomiyi nasıl bir düzene kavuşturduğunun da farkındaydı halk. Bu bilinç vatan müdafaasını bizzat milletin yapmasını sağlamıştır. Dünya o malum gecede yaşananları şaşkınlıkla takip ederek bir milleti olağanüstü bir şekilde vatanını savunurken görmüştür.

Ekonominin son 15 yıl içinde beklenenin üstünde büyümesi halkın refah düzeyini de artırmıştır. 2016 yılında halk 15 yıl öncesine göre ‘refah içinde’ bir hayat yaşıyor ve devletini eskisinden daha çok sahipleniyor. Bu halkın hem kendine hem de hükumete olan güven duygusunu beslemiştir. Ekonomik refah üst sınıftan alt sınıflara doğru nispeten inmiştir. Sosyal haklar ve yardımlar genişlemiştir. Böylece güçlenen ekonomi ve gelişen sosyal refah milletin kendine olan güvenini artırmış, bu durum da seçilmiş hükümete desteğini artırmıştır.

15 Temmuz darbe girişiminin başarısızlığa uğraması devletini, vatanını sahiplenen bu milletin karşı koyması ile olmuştur. Bu saatten sonra halk evine, ekonomisine, eğitim kurumlarına özetle geleceğine karşı yapılacak olan hiçbir darbeyi kabul etmeyecekti. Halk vatanını korudu ve siyasi görüşüne bakmadan hükumete destek çıktı. Türkiye Milleti yekvücut olduğunu 15 Temmuz’da etnik, dini ve mezhepsel ayrımlara gitmeden tüm dünya kamuoyuna “vatan nasıl müdafaa edilir” göstermiştir. Bu önemli bir durumdur.

Darbe girişimi sonrası ekonomi anlık olarak etkilenmiş ancak birkaç gün içinde bu etkiden sıyrılmıştır. Darbe teşebbüsü sonrası ekonominin kısa süre içinde eski haline dönmesinin asıl nedeni de siyasal istikrarın halka güven vermesidir ve bu da ekonomiyi ayakta tutmaktadır. Malum, ekonomik göstergelerin siyasi görüşü yoktur. Dolar vurdu mu herkesi vurur. Borsa iş hayatının her kesimini etkiler. Darbe teşebbüsü sonrası yükselen dolar kısa süre içinde eski seviyesine gerilemiştir. Buna sebep olan faktörlerden biri de dövizini bozduran ekonomiye duyarlı halktır.

Türkiye’ye dünya çapında itibar kazandıran ana nedenlerinden biri de siyasi istikrarın yanında ekonomi olmuştur. Siyasi istikrar ve iç ekonomideki hareketlilik yabancı yatırımlara kapı aralamıştır. 20 yıl önce halkını mağdur eden devlet, son yıllarda kalkınma ve yatırım projelerinde dünyanın ilkleri arasına girmiştir. Körfez ülkelerinin yönü Batıdan Türkiye’ye çevrilmiş, jeopolitik konumu ile ekonomik güvenin birleşmesi Türkiye’yi değerli kılmıştır.

Türkiye artık iyice güçlenmiş, milletin kendine güveni artmış, toplumsal birliktelik gittikçe güçlenmiştir. Türkiye kendi gücü ve kendi değerleri üzerinden bizatihi kendini test etmiş ve bu testten de başarı ile çıkmıştır.

Türkiye yaşadığı bir sürü sorunlara ve zorluklara rağmen kazandığı siyasi istikrar ve güçlü ekonomisi ile yolunda yürümektedir. Bu kutlu yürüyüşe çelme takmak isteyenler, çomak sokmak isteyenler, sekte vurmak isteyenler şunu iyi bilmelidir ki, milletin artık geri adım atmaya tahammülü yoktur ve asırlardır olduğu gibi vatanını malı, canı ve kanı pahasına müdafaa edecek ileriye doğru taşımak için elindeki tüm fırsatları seferber edecektir.
Anadolu Ajans, Analiz-Haber, 22.08.2016.