Modernite,
kendinden önce mevcut bulunan tüm ontolojik ve epistemolojik anlayışları
değiştirmekte, bunun neticesinde de bilim anlayışından siyasete, ekonomiden
topluma birçok alanda medeniyetleri kadim geleneklerden koparmakta ve
uzaklaştırmaktadır. Modernizmin etkisiyle Hıristiyanlık anlayışı ölümden
sonraki cennet hayalini dünyada kurmaya çalışmış, modernite ise bu uğurda
insanları bir tür ateizme (inançsızlığa) yöneltmiştir.
Bugün de bu
anlayışlar söz konusu hedefini hızla gelişen iletişim teknolojileri ve
kapitalizm zihniyeti ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bilginin kaynağı
olarak sadece insanı gören bu zihniyet hiçbir değer tanımadan sadece ve sadece
insan aklını kullanarak kutsamaktadır. Fakat insana dünyada cenneti vaat eden
bu zihniyet zaman içerisinde insanın bizatihi kendisini de esir alan bir yapıya
bürünmektedir. Bugün dünyanın her coğrafyasında hızla artan cinnet vakaları,
intiharlar bu durumun en açık sonuçlarındandır. Dünya genelinde daha fazla dile
getirilmeye başlanan post modern söylemler modernitenin bu sorunlarına çözüm
olmaya çalışmakta, fakat kapitalizmin ve medyanın gösterişli dünyasının içinde
bu çabalar pek etkili olamamaktadır.
Geleneksel
iktisat modern dünyanın inşası sürecinde insan tanımını “Homo Economicus” üzerinden yapmıştır. Homo Economicus maddi tatmin
için maksimum faydayı hedefleyen iktisadi bir insan tiplemesidir. Bu insan
tiplemesinin aksiyomları olan tam bilgiye sahip olma, seçici olma, doyumsuz olma, tercihlerinde tutarlı
olma, bencil olma ve rasyonel olma, modern dünyanın insanını tamamen bireysel
menfaatine yönelik hedefleri olan bir fert olarak tasavvur etmektedir. Bu
anlayışa göre bireyler sadece kendi menfaatlerini maksimize etme hedefi ile
yaşamaktadırlar.
Modern dünyada
insan bir yanıyla doğasından koparılıp nesneleştirilmekte, diğer yanıyla bizzat
kendisi bu nesneleştirmenin etkisiyle sadece kendini merkeze almakta ve dünyayı
kendi mülkü gibi görüp ona göre bir hayat tasavvur etmekte ve bunun için
savaşmaktadır. Bu tutum da son derece yaygınlık kazanmakta ve tüm insanlığı
tehdit eder hale gelmektedir. Böylece modernizm ve geleneksel iktisat anlayışı
insanı ve toplumu sadece kendi menfaatine yöneltmekte, bencilleştirerek ifsat
edip insanlıktan ve insani hasletlerden uzaklaştırmakta ve geleceği
karartmaktadır.
Modernitenin
ve geleneksel iktisadın insanı ve toplumu ifsat etmesinin bir örneği bu yazı
üzerinde duracağımız, geleneksel iktisadın bir izdüşümü olan iş dünyasındaki
“insan kaynakları” kavramsallaştırması olacaktır.
Temelde
ülkelerin savunma sanayi ve iş dünyasının daha hızlı üretim yapması amacıyla
geliştirilen iletişim teknolojileri sayesinde hayat da değişime uğramaktadır.
İnsanların alışkanlıkları, toplumların tepkileri, şirketlerin organizasyonel
yapıları, ulus aşırı şirketlerin yönetimi, hatta insan ilişkileri özellikle 20.
yüzyılla birlikte baştan sona dönüşmektedir. Hayatın bütünü sadece ana
hatlarıyla değil tüm ayrıntılarıyla değişmektedir. Kapitalizm ve iletişim
teknolojilerinin yeni yeni neşvü nema bulduğu coğrafyalarda bu değişim daha net
bir şekilde hissedilmektedir.
Kapitalizmin ilk evresi
diyebileceğimiz vahşi kapitalizm döneminde yönetici, kadim bilgelikten kopmuş
bir biçimde çalışanını insan olarak görmeyen, tabiri caizse köle olarak gören bir
vaziyette idi. Fakat zaman içerisinde vahşi kapitalizmden uzaklaşılması,
refahın artması, liberal düşüncelerin daha da yaygınlaşması neticesinde,
uzaktan yöneten, hiyerarşik sistemin tepesine yerleştirilmiş hükmeden
yöneticilerin yerini, çalışanları ile ekip oluşturabilen, hiyerarşinin
zincirlerini esnetmiş (zaman zaman da kırmış), hükmetmek yerine yol gösteren
yöneticiler aldı. Nasıl ki, ebeveynlerdeki rol değişimi insanların beklentileri
doğrultusunda gerçekleşti ise, yöneticilerin rol değişimi de çalışanların
beklentileri doğrultusunda şekillendi.
Çalışanların ve şartların
tetiklediği bu fitil, yöneticileri etkilediği gibi organizasyonel değişimi de
kaçınılmaz kıldı. Bu organizasyonel değişimin kalbinde yatan yapı ise işinin
temeline insanı oturtmuş olan eski adıyla “Personel Yönetimi” yeni ismiyle ise
“İnsan Kaynakları” birimi oldu.
“Personel yönetimi” olarak
adlandırılan bu birimin günümüzde “İnsan Kaynakları” ismini almış olması bile
tek başına bakış açısındaki ve yaklaşımdaki değişimi gözler önüne sermektedir.
Personel kelimesinin yerini alan “insan” kavramı çalışanların artık yalnızca
verilen işi istendiği gibi yerine getiren bir işçi olmadığının, aksine kendi
fikirleri, tarzı, kendi hayatı olan varlıklar olduğunun kabulünü
göstermektedir. Çalışana yaklaşımın kırılması ve değiştirilmesi personel
sözcüğünün yerine insan ibaresinin konulması bir açıdan ileri bir adımdır.
Birey, dünyevi bir yapının hizmetkârı olmaktan da bir kuruluşa mahkûm olmaktan
da nispeten sıyrılmakta ve hak ettiği şekilde, varlıkların en şereflisi olarak
yaratılmış olan “insan” ifadesini tekrar kazanmaktadır.
Son yıllarda personel yönetimi
kavramından İnsan Kaynakları kavramına geçişle birlikte insan tekrar kendine
gelmiş ve insanın değerini bulma noktasında mesafe alınmıştır. Ancak daha
önceki yazılarımızda “insan kaynakları” kavramına yaptığımız eleştiriler göz
önünde tutulursa, görülecektir ki hala alınacak çok mesafe vardır. Çünkü insan
hala Batının iktisadi insan modeline uyarlanmış bir şekilde “kaynak” olarak
görülmektedir. İnsanın bir kaynak olarak algılanması ise medeniyetimizin insan
anlayışına zıt bir düşüncedir.
Hakikat ve geleneğin ışığında bugün insanı yeniden ele
almanın zamanı gelmiştir. Bu noktada doğuştan kazandığı “eşrefi mahlukat” olma
halini sürdüren insan, hayattaki yolculuğunda yeni bir evreye gelmiş ve “insan
değerdir, değerlidir” üzerine bina edilmiş “İnsan Değerleri” kavramının önü
açılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder